Eski çağlarda hayatımızı idame ettirmemiz, komünitede bizimle birlikte yaşayan kimselere sıkı sıkıya bağlıydı. Komşumuz iyi bir asker olmazsa şehrimiz korunamazdı ve varlığımız tehlikeye girerdi. Varlığımız derken mal varlığımız değil; şahsen bizi ve ailemizi de öldürmeyeceklerse bile köle yapıp satacaklarından, bayağı bayağı varlığımız tehlikeye girerdi. O yüzden herkes toplumun kendisine atfettiği rolü layıkıyla yapmalıydı ve değeri de ancak bu rolü yerine getirme oranında artardı. Ne kadar toplumun işine yarıyorsak hem sevdiklerimizin hem de kendimizin hayatta kalma şansını artırıyorduk zira.
Spinoza’ya atfedilen bir söz vardır: “Her belirlenim bir yadsımadır.” Buradaki belirlenim; köyümüz, komünitemiz ve pek sevgili vatan toprağımızdır. Belirlediğimiz şeyin dışındaki her şeyi kötü ve hakir görmemiz de sözün yadsıma kısmıdır işte. Köyümüze tutunduğumuz miktarda bu köyden olmayanlara veya bu köye yönelen olası tehditlere karşı düşmanlığımız da artar. Bu söz Spinoza’ya ait olsun ya da olmasın çoğumuzun hayatına dair çok şey anlatır. Hayatta savaşlar vardır. Üstelik süreklidir de yalnız çeşitli formlarda tezahür ederler: Soğuğa karşı savaş, vahşi hayvanlara karşı savaş, diğer topluluklarla savaş, doğayla savaş. Her savaşta olduğu gibi burada da iki bilindik sonuç çıkar karşımıza, yenmek ve yenilmek. Yendiğimizde kazanacaklarımız çok değildir, hayatımızı devam ettirme imkânını elde ederiz ki bu, bir önceki durumumuza göre çok da farklılaşmamak demektir.
Lakin kaybettiğimiz her savaş bizi ya açlıkla ya ağır yaralanmayla ya ölümle ya da köle düşmeyle burun buruna getirir. Dolayısıyla yenilmek eşittir ölmek gibi bir mekanizma kurulur beynimizde hızlıca.
Öyle ya, ucunda ölüm olan bir yenilgiyi engellemek için herkes canla başla çalışmalıdır. Ürettiğin kadar, topluma faydalı olduğun kadar, iyi bir asker olduğun kadar varsındır. Bilim, sanat, felsefe, zanaat, eğitim ve diğer her türlü uğraş toplumun işine yaradığı nispette anlamlıdır ve hiç kimsenin birey olarak bir önemi yoktur.
Bu hislerin oluştuğu yıllardan binlerce yıl sonrasında dünyaya gözlerini açan yirminci asır insanı dünün aletleriyle bugünün dünyasını kurmaya çalışırken bocalar. Artık kabilesini tanımıyordur, yan komşusu olan diğer milletten kimse düşmanıdır da 1000 kilometre ötedeki dindaşı/ırkdaşı kardeşidir. Tanımadığı insanları sembolize eden figürler vardır zihninde:
Gözü yaşlı bir ana, bir kız çocuğu, güçten düşmüş yorgun bir baba. Kendisi çok çalışacaktır, derslerinde başarılı olacaktır, iyi bir asker olacaktır ve o figürü kurtaracaktır. Kahraman olmalıdır, başarılı olmalıdır, varlığı milletinin varlığına feda olmalıdır çünkü artık yalnız ailesi için değil birkaç yüz kişilik kabilesi için de değil milyonlarca kişiden oluşan milleti için yaşamaktadır. Başarısız olmak o anayı gözü yaşlı bırakmak, bizim için onca acı çeken babaya ihanet etmek ya da o kız çocuğunu savunmasız bırakmaktır.
Lakin postmoderniteye giden süreçte bizi bir arada tutan güdüsel etmenlerin çoğunun çözüldüğünü görürüz. Gelişmiş ülkelerin hepsinde ve gelişmekte olan ülkelerin önemli bir kısmında yaygın açlık yoktur, savaş yoktur, köle/esir düşme riski yoktur. Artık millet bazında sorunlar, bahsedilmek için oldukça uzaktır. Hayır, o da ne? Kardeşimiz dediğimiz kimseler bizim yerimize torpilli memurluğa sahip oluyor, vergi kaçırıyor, kanunsuzca ev diktiği arsanın ruhsatını alıyordur. Artık dış dünya hepten güvenilmez, hepten acıyla dolu olmuştur. Buna çözüm, ya bu kalabalığın içerisinde ailemizle atomize olup birbirimiz için yaşamakta ya da kendimizi yeni bir komüniteye ithaf etmektir.
Futbol kulüplerinin holigan taraftarları, cemaatler, tarikatlar, dernekler hep bu uğraşın ürünleridir aslında. Kendimizi feda etmeye öylesine programlanmışızdır ki, milleti ikame edecek yeni yapılar buluruz.
Derbilerde yahut şampiyonluk maçlarında yenilen takımların taraftarlarını düşünün. Holiganlık ederek sağa sola saldıran kimseler görürüz. Annesini protesto eden çocuklar gibi, öfkeyle saldırdıklarında sonucun değişeceğine inanırlar. O başarısızlık hâli onların varlıklarını öylesine tehdit etmiştir ki eğlence için ortaya çıkmış bir spor müsabakası olduğu unutulur ve kavga başlar. Kaybedilen şey bir maç değildir, varlık mücadelesidir, kişinin kimliğini ifade yöntemlerinden biridir.
Bu sandığımızdan daha geniş kısmına sirayet etmiştir aslında hayatımızın. Sınavı kötü geçtiğinde ağlayan çocukları düşünün. Sadece bir sınavdır önündeki. Belki yeteneği yoktur belki de yeterince çalışmamıştır. İşte kendinden beklenen performansı veremeyen kimselerin depresyona girmeleri, yemekleri beğenilmeyen şeflerin sinirlenmeleri de hep bundandır. Yaptıkları işin ötesinde bir kişiliğe sahip olmamak.
Hayır, bizler yapıp ettiklerimizden, görevlerimizden fazlasıyız!
Burada birey olarak bize, çocuk yetiştirecek ebeveynlere ve devlete düşen önemli görevler var. Öncelikle buradaki her bir özne bireyleşmenin önemini anlamalı. Bireyleşmek atomize olup toplumun içinde ama ondan kopuk bir modern keşiş olmak değildir, inzivaya çekilmek hiç değildir. Bireyleşmek, fonksiyonel olarak hayatımızı idame ettirme gücüne sahip olurken ihtiyaç duyduğumuz anlarda başkalarından yardım almaktan çekinmemektir. Yine bireyleşmek yaptığımız hataların bizi ölüme götürmediğini keşfetmek ancak bu yolla öğrendiğimizin farkına varmaktır. Bireyleşmek bizi işe yaradığımız nispette veya yalnız başarılarımızla bize değer veren kimseleri karşımıza alıp konuşmak gerekiyorsa iletişimi kesmektir. Eğer çevreniz bu alışkanlıkları değiştirmekte sizin kadar cesur değilse ve ayaklarınıza bağ oluyorsa o bağı kesmelisiniz.
Unutmayın çevrenizdeki herkes alkolikse alkolü bırakamazsınız.
Bu fikri edindikten sonra ebeveynlik yapış şeklimiz de değişeceğinden önemli bir adımı yerine getirmiş olacağız. Çocuğumuzun kendi karakterine ifadesine imkân tanıdığımızda, başarısızlıkların sorun yaratmadığını ona anlattığımızda inanın içindeki birçok geri kalmış süreç çözülecek ve daha tatmin bir hayata adım atacaktır.
Devlete düşen süreç ise vatandaşlarını hayali düşmanlarla oyalamak, onları sıkıca saflaşmış askerler olmaktan alıkoymaktır. Her ne kadar bunu teşvik etmek devleti yönetenler için konforlu olsa da karşılarında bireyleşmiş kimseler görmek onları da milleti sırtlarında çekme yükünden kurtaracaktır. Bu süreç eğitim sistemiyle, seçim propagandası sürecinde siyasilerin kullandıkları diskurla ve dernek/vakıf/spor kulübü gibi topluluklar ile olan ilişkileriyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Bilmeye ve birey olmaya cesaret ettiğimiz günlere!