Biliyorsun, ölüm diye bir şey yok, diyor adam kadına.
Biliyorum, evet, artık öldüğüme göre, diyor kadın.
İki gömleğin de ütülendi, çekmecede,
Sadece küçücük bir gül benim özlediğim
Yannis Ritsos
Koltuğumda yayılarak oturmuş, uçağımı beklerken epeyce vaktim vardı, ağız tadıyla veda etmek için. Vedaları pek becerebilen birisi olmadım bugüne kadar, oysa şimdiye usta bir vedakâr olmam gerekirdi. Vedaları seviyor muyum sevmiyor muyum bilmiyorum ama, klişeleri sevmediğimi biliyorum sadece. Sözlükten baktım vedaya ama sanırım beni tatmin etmedi. Şöyle diyeyim, hayatta bir an vardır; bir kapının kapandığı, bir hikâyenin sonuna gelindiği yahut bir çift elin ellerinin arasından sıyrılarak sana sallandığı bir an. O zaman anlarsın ki vakit tamamdır, vedadır. İlla hoş ya da tatsız bir şey değildir veda, onun kendine has bir tadı vardır, bazen artık gereklidir. Çok sevdiğim bir filmde vedanın anlamı şöyle işlenmişti: ‘Bu yerden çık git artık, içindeyken her şey değişmeyecekmiş gibi geliyor, sonra bir yıllığına uzak kalıyorsun, her şey değişiyor, sana ait olduğunu düşündüklerin gidiyor.’
Veda, pek çoklarına göre günah keçisidir, ben onu biraz daha benimseyebilenlerdenim. Filmde de söylendiği gibi, bizim olduğunu düşündüğümüz pek çok şey de biz oradayken vardır. Bizim olduğunu düşündüğümüz cümleler dilimize dökülmedikçe sadece kafamızın içindeki bir sanrıdır, dostumuz değillerdir. Dilimizin ucunda birikip birikip geri dönecek cümlelerdir sadece. Bizim olduğunu düşündüğümüz insanlar… Ben bugün şüphesiz bir kapının kapanmak üzere açıldığı andayım. Kendime hep hayattan ne istediğimi bilirsem beni hırpalamasına izin vermeyeceğini söyledim. Kendi isteğim üzere buraya geldim ve kendi isteğim üzerine buradan gidiyorum, yine de haksızlık etmemem lazım, bu şehirle eski dostuz. Aslında ben hep biraz göçebe oldum, öyle az buz yer görmedim yani! Ama işte burası, benim toprağa tutunduğum yer. Serpilip, olgunlaşıp başımı kaldırdığım yer. Bu şehir sadece arnavut kaldırımları, dar sokaklar, güzel mimari ve denizden ibaret değil benim için. Onda hep gençliğimi, olgunluğumu, sevgilerimi, kırıklarımı gördüm. Maçka’da öptüğüm kadınlar, Çukurcuma’da sarhoş yürürken yorulup kaldırımda içtiğim sigaralar ve sıcak yaz geceleri Pera’da içtiğim ardı arkası kesilmeyen biralar… İlk biramı sanırım 15’imde Mersin’de içmiştim ama o ilk aşkın kalpten silinip gitmesi gibi zamanla, başka bir şehre ait hatıralar o şehirle beraber kaybediyor bellekteki yerini. Sevgiyi, bu şehirde öğrendim, yani gerçek anlamıyla. Öncesinde babam öğretmemişti, kendim bulmak zorunda kaldım. Bir kadını sevmeyi öğrendim, Çınaraltı’nda sessiz sedasız çay içmek ve soğuk bir havada Eminönü’nden Sarayburnu’na yürümenin telaşsız lezzeti kastettiğim. Bu şehirde, ilk kez, bırakmamak üzere bir dost edindim. Kahvenin yanına sigarayı her daim ekleme ve sahil kenarlarında ayaklarımı iskeleden aşağı sarkıtma kayıtsızlığına ondan alıştım.
Yolculuğa çıkmayı hiç sevmem, benim gibi göçebe birisi için trajikomik bir durum, biliyorum. Bavul hazırlamaktan sanırım, bir bavulun içine her şeyini sığdırmaya kalkışmak çok korktuğum bir şey. Önce en sevdiğin gömleği kazağı koyarsın, sonra baş ucundaki fotoğrafı, sonra o fotoğraftaki ilişkilerini, en sevdiğin bardağı, 10 yaşındaki halini ve anılarını… Kaldırması neredeyse imkânsız olunca nelerden vazgeçebileceğine bakmaya başlarsın. Bu yolculuğa çıkarken, on yaşındaki kendime yalnız gideceğimi açıkça belirttim ama o yine de beni yalnız bırakmak istemedi ve kendimi bir kez daha yalnız kaldığımda her zaman yaptığım gibi, anılara kaptırmak üzereydim. Bu artık bana acı veriyor ama. Sanırım korkuyorum. Bu şehir artık ölüyor, pek çok sokağı en son bıraktığım gibi bulamıyorum ve her tarafta insanlar var. Gün geçtikçe evler daha küçük yapılıyor ve pencereler güneş görmüyor. Artık kimse balkonunda çiçek yetiştirmiyor ki zaten yeni yapılan evlerin balkonu da olmuyor. Bu şehirde trafik arttıkça artık kimse âşık olmuyor. Sanırım insanların durmaya, sevmeye ve anlamaya zamanı yok artık. Oysa hala sevgi, barış ve anlayış istemek ayıp değil.
Bernhard’a göre insan içinden çıkamadığı bilinci ile daima yalnızdır. Okul yıllarımda yalnızdım, sohbet ederken yalnızdım, bir kadınla sevişirken yalnızdım. Her zaman kafamızdaki dünyaya hapsolmuşuzdur, yalnızlığımızı anladığımız ölçüde mutlu olabiliriz bana göre. Anlamak ise kabullenmektir bir anlamda. Anlamak anlayan için bir yüktür, bu şehrin öldüğünü anlıyor olmak bana büyük bir acı veriyor. Yani balkondaki çiçekler bir şey değil de ya hatıralarım, hayatım ne olacak. Ben gittikten sonra benim varlığım sonsuza kadar silinip gidecek mi bu şehrin sokaklarından, denizinden, ağaçlarından, meyhanelerinden? Bu şehirden gitmekten değil, unutmaktan korkuyorum.
Veda yaklaştıkça ben de onu günah keçisi bellemeye başladım herhalde. Benim çocukluğum küçük bir babanın büyük hayalleri olarak geçti. Her zaman bugünden sonrası için yaşadım, dünyanın etrafını koşacak bir adam gibi hazırlandım yarına. Şimdi yarından korkuyor olmak bana yakışır bir çelişki. Hayatta çok şey görmüş geçirmiş ve sükûnetini korumuş birisi olarak gitmek, hep biraz kolay göründü bana, iki gömleğim de ütülü ne de olsa. Yine de ayakkabılarım ayağıma vurmaya başladı bile. Yapabilirim dedim, deniz yarılmasa da yüzerim dedim, oysa ben çok kötü yüzerim. Kabullenmesi zor ama ağız tadıyla bir veda, ölümle taçlandırılmalı. Bu şehirdeki anılarımı silmem gerek hafızamdan, bu dilde öğrendiğim bütün esprileri de hatta, yeni bir dili öğrenebilmek için, 10 yaşındaki halimi de uçağa götürmemem gerek. Biliyorsun çünkü ölüm diye bir şey yok, artık öldüğüme göre.