Bugün sizlere düşünürken göz ardı ettiğimiz veya basmakalıp cümlelerle değersizleştirdiğimiz bir düşünürden bahsedeceğim. İsmi Karl Marx; 19. yüzyılın bitmek tükenmek bilmeyen karmaşası içinde yaşamış, dönem özelliklerinden etkilenmiş ve kendinden sonraki yüzyılı tartışmasız derecede etkilemiştir. Görüşlerinin uygulandığı coğrafyalarda uygulayıcı taraflar birbirlerini Marx’ı yanlış anlamak ve onun mirasını sömürmekle suçlamış olsalar da onu klişelerle tanımamızda onun görüşünü savunmayan muhafazakârlar ve liberallerin de etkilerinin olduğunu düşünüyorum. Benim yapmak istediğim şey ise şu: Onu dogmalaştırıp görüşlerini bir din haline getirenlerden ve onu karikatürize edenlerden biraz uzaklaşarak onu değerlendirmek. Bu yolla da sorun neydi, Marx bu sorunları nasıl tahlil etti, sorularına bulduğu cevaplar bugünümüze ışık tutabilir mi yoksa gerçekten karikatürize edilesi görüşlere mi sahipti, bunu anlamaya çalışmak istiyorum.
Öncelikle onun yaşadığı dünyanın koşullarını tahlil ederek işe başlamamız gerektiği kanısındayım. 19. yüzyıl kısaca hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, tarihin akışının bir daha geri gelmemek üzere değiştiği bir yüzyıldır. Artık kendiliğinden çıkmış ağaçlar yoktur şehirlerimizin kenarlarında, istediğimiz ağaçları yetiştirip istemediklerimizi kaldırdığımız parklar vardır. Esnaflar yoktur, pasajlar vardır. Şehirler birbirlerine Sanayi Devrimi’nin simgesi diyebileceğimiz demir yoluyla bağlanmıştır. Peki her şey gerçekten bu kadar ışıltılı ve güzel miydi 19. yüzyıl boyunca? Madalyonun diğer yüzünde durum nasıldı? Işıklı caddelerde avare yürüyen flanör Paris’in özeti miydi? Demir yollarında seyahat edenler kadar yüksek miydi hayat şartları o demirleri döşeyenlerin?
Bu sorulara cevap verebilmemizi sağlayacak onlarca anı, tutanak ve roman var. Hatta bunlardan biri İngiltere’nin başbakanlarından Benjamin Disraeli’nin yazdığı Sybil romanıdır. Eski başbakan, bu romanda ağır çalışma koşullarından, madencilerin günde on altı saate varan vardiyalarından ve madende doğan çocuklardan bahseder. Friedrich Engels İngiltere’de Emekçi Sınıflarının Durumu adıyla Türkçeye çevrilen eserinde pek “gelişmiş” şehirlerden bahseder. Zengin ailelerin yaşadığı semtlerden uzaklaştıkça kötüye giden hayat standartlarını konu edinir. Kanalizasyon olmadığı için sokağın ortasına yığılan türlü atıklar, kirli sulardan bulaşan kolera, her gün yalnızca birkaç saat uyuyabilen insanlarla dolu bir Londra görürüz çevirdikçe kitabın sayfalarını. Ne kadar da zıt, öyle değil mi? Bir taraf teknolojinin bütün imkânlarıyla değişir ve gelişirken diğer taraf yalnızca şansla hayatta kalabiliyor. Bir tarafın zenginliği diğerinin ölümüyle sağlanıyor. Ekonomiden bir terimle bu durumu açıklamama izin verin lütfen. Eğer taraflardan biri diğerine zarar vermeksizin gelişemiyorsa ortamdaki bütün fırsatlar değerlendirilmiştir ve söz konusu durum “Pareto verimli” olarak sınıflandırılır. İşte 19. yüzyılda olan buydu. Bütün fırsatlar değerlendirilmiş ancak makine doyurulamamıştı. Daha fazla fırsat ve refah için ülkeler kendi öz evlatlarını “yakıt” olarak kullanmışlardı.
İşte böyle bir grotesk ortam içerisine doğdu Karl Marx. Gözlerinin önünde insanlar, aileler yok oluyor, hayatta kalanlarsa yaşam mücadelesi veriyordu. Öte yandan ihtişamlı balolar, şatafatlı saraylar, muhteşem caddeler ve önlenemez, ölçülemez boyutlara ulaşmış israf göze çarpıyordu. Bu antagonizmayı içinde hissetti Marx, beyninde ve damarlarında, adeta sosyolojinin düğümlendiği yer olarak sınıf çatışmasını gördü. Toplumu iki ana eksende görmeye başladı bu sayede. Balodakiler ve fabrikadakiler, üretenler ve üretim aygıtına sahip olanlar. Madem asıl işi işçiler yapıyordu, nasıl tarafların yaşam standartları arasında bu kadar fark olabilirdi? Bu önemli soruya yanıt vermek için “Artı Değer” denen teoriyi ortaya attı. Buna göre, her işçi üretim sürecinde etkileştiği metaya bir ek değer katıyordu. Söz gelimi beş liralık pamuk on beş liralık ipliğe dönüşüyordu ancak bu fark oldukça adaletsiz bir şekilde paylaşıldığından taraflardan biri yaşam mücadelesi verirken diğeri lüks ve israf deryasında yüzüyordu.
Peki ya üretim sürecine katılmayanlar? Din görevlileri ne yapıyordu, bu sosyal şemanın neresinde yer alıyorlardı? Meşhur “Din halkların afyonudur.” sözünü açıklamaya geldi sıra ama sanırım önce biraz Hristiyanlıktan söz etsek iyi olacak. Doğası gereği Hristiyanlık çilecidir. İncil’in birçok yerinde zenginlik yerilirken fakirlik yüceltilir. İsa kendisini çok sevdiğini söyleyen bir insana bütün malını ardında bırak ve gel diye seslenir. İşte Marx; halka bunun vaaz edildiği için, işçi sınıfının başkaldırısının geciktirildiği için dine ve ruhban sınıfına çatmaktadır. (O dönemde afyon yasak değildi rahatlamak için kullanılıyordu.)
Zamanının diğer sosyologları Marx’a hayatın yalnızca ekonomik ilişkilerle anlaşılamayacağını söyleyerek ses yükselttiler. Gerçekten de haksız değillerdi ama şunu unutuyorlardı: O dönem şatolardan pek görünmese de yaşanan bir trajedi vardı ve çok büyük kitlelerin hayatı yalnızca bu eksende dönüyordu. Elbette bütün insan ilişkileri yalnızca ekonomik parametrelerle açıklanamazdı ancak bu feryadı okumuş insanların da fark etmesini sağladığı için kıymetlidir Marx.
Benim de kendimi birçok açıdan yakın hissettiğim liberal görüş Marx’a veya onun modern takipçilerine şöyle bir itiraz getirir: “Dem vurduğunuz sosyal adaletsizlik bir hakikat ama insanlık topyekûn değerlendirildiğinde her geçen gün daha iyiye gidiyor. Dünyada açlık sınırı altında yaşayan insan sayısı nüfusun hızlı artışına rağmen gözle görülür biçimde düştü. Kapitalizm ve hür teşebbüs insanlığın kurtuluş reçetesidir.” Marx’ı görüşlerini dondurmadan ve dogmalaştırmadan anlamanın bu soruya cevap vermede önemli rol oynayacağını düşünüyorum. Marx 19. yüzyılın ızdırap duyan yığınlarının sesi olup döneminin sosyolojik analizini yapmıştı. Nasıl ki Aristoteles’i dört element dünyayı ve maddeleri açıklayamıyor diye karikatürize etmiyorsak Marx’ın da olaylara bakış açısını almalıyız, dogma haline getirdiğimiz cümlelerini değil. Yukarıda “Pareto Verimliliği” diye bir kuramdan bahsetmiştim bunu aklımızda tutalım. Marx toplumları açıklarken üretim araçlarına sahip olan ve bunları kullanarak üretim yapan olmak üzere iki ana eksen kullanmıştı. Bugünün dünyasında insan insana daha az eziyet ediyor ve insanlığın yaşam şartlarında topyekûn bir gelişme olduğu inkâr edilemez bir gerçek ancak bu gelişmenin dünyanın diğer sakinlerinin aleyhine olduğunu da fark etmemiz gerekiyor. Gelişirken “Doğaya rağmen kendim için.” mottosunu mantra edinmiş gibiyiz adeta. Bugün mercan resifleri, vahşi yaşam, okyanuslar ve ormanlar can çekişiyor. Kullanıp attığımız plastikler canlıların midelerinden çıkıyor, tükettiğimiz kırmızı et talebini karşılamak için inanılmaz sayılara ulaştırdığımız ineklerin dışkıları okyanuslarda dağlar oluşturuyor, ineklerin ürettikleri metan gazı ve onları beslemek için işgal ettiğimiz tarım alanları küresel ısınmada başat rol oynuyor. Tüm bunlar oluyorken dünyaya pozitif bakabilmek mümkün mü? İnsanların yaşamları iyiye gidiyor diye bütün bu canlıların ve içinde yaşadığımız doğanın ölümüne sessiz kalmak adil bir tutum mu?
Özetle demek istediğim şey şu ki, Marx kendi döneminin özellikleri ve sorunları için bir analiz yapmıştı. Aradan geçen yaklaşık yüz elli yıl sorunlarımızı değiştirdi ve onun açıklamalarını yetersiz kıldı. Yapmamız gereken Marx’ı ve görüşlerini din gibi kabul edip dogmalarını tekrar etmek veya cımbızla seçtiğimiz cümleleriyle onu anladığımız yanılgısına kapılıp alay etmek değil, bilakis dünyaya onun gibi bakıp “bizden” olmayana verdiğimiz zararlardan dönmektir. Hep birlikte yok olmamak için hep birlikte yaşama iradesine dört elle sarılmaktır.