Merhaba…
Geçen ay başından beri düşünüyorum bu sayıda ne yazayım diye ve hala bir konu bulamadım. Ben de -gelenlerin anımsayacağı üzere- Simurg Söyleşi Saati’nde olduğu gibi yine işi “kendiliğine” bırakmaya karar verdim. Riskli olarak nitelendirebileceğim bir karar aslında, akışın sürmesinde başrol her zaman akışa bırakan da olmuyor. Bazen akışın sürebilmesi için başkalarına da ihtiyaç duyuyor insan, aynı 3S’te olduğu gibi.
Selam’dan bahsetme ihtiyacı hissettim. Selam, İbranice’de Shalom olarak da karşımıza çıkan ve Arapça, Farsça’da kendisini aynen muhafaza etmiş bir kelime. Esenlik, güvenlik dileklerini iletir karşı tarafa; selamı veren kişi selam verdiğinin kendi tarafından emniyette olduğunu söylermiş aslında.
Planla akış arasındaki gerilimin dengesini kurmak çok kolay olmuyor. Benim literatürümde plan, uzun vadeli yatırımlarda; mesela düzenli kitap okumanın planını yapmak, düzenli spor yapmanın planını yapmak, vizelere çalışmanın ve nasıl çalışacağının planını yapmak gibi durumlarda ön plana çıkar. İş bölümü denilen kavramın iyice karmaşıklaştığı hayatlarımızda bizim üstümüzde kararlar alan ve geleceğe dönük planlar çizen kurumlar yer aldıkça spontane/akışa uyarak yaşamak da bir hayli zorlaşıyor. Devlet kurumu, üniversite kurumu bizim üstümüzde yer ve karar alan mekanizmalara birer örnektir.
Yine kendi literatürümdeki akışa uymak kavramının güzel bir analizini The Crown dizisi 3. Sezonun 6.bölümünde çok güzel yansıtmış. Bahsettiğim temel çatışmayı, bölümün sonuna doğru Prens Charles ve Kraliçe Elizabeth arasındaki konuşmadan görebilirsiniz. Kendi sesini duymak ve o sesin toplumdaki yankısını dinlemek isteyen Charles’a, kraliçe annesinin cevabı gayet nettir: “O sesi kimse duymak istemiyor.” Biraz dramatize edilmiş sahnenin sonunda prens annesinin kendisine armağan ettiği incinmişliğini de alarak odadan ayrılıyor.
Bunun bir çaresi var mıdır bilinmez ancak benim kafamda canlanan yine toplum-birey çatışmasıdır. Bireyin toplum içinde, devlet içinde, var olabilmesi… Hakikaten kolay değil. İngiliz kraliyet ailesinin 1000 yıldır devam eden gelenekleri ve o geleneklerin bekçisi olan Kraliçe’yi karşısına alarak kendi cılız sesini duyurmaya çalışan prens misali geleneklerin, dogmaların bekçisi toplumun karşısında kendi sesini duyurmaya çalışan bir ferdin varlığı çok kolay yok sayılabiliyor. Ancak, Kraliçe’nin de bu geleneklerin kurbanı olduğunu defalarca belirtmesi gibi; bu geleneklerin kurbanı haline gelmiş, gelen veya gelecek her bir fert yine onların bekçiliğini yapmaya devam ediyor. Gerçekten yaman bir çelişki…
Bir gün dünya krallığının tacını giydirseler kabul edebilecek güçte hisseden insanın, ertesi sabah uyandığında evden çıkmaya mecali olmuyor. İkisi de aynı kişi aslında. Tüm bu akışkan duyguların varlığını kendisiyle taşıyan bir insanın -meşhur tabirle- modern/post-modern dünyanın hızına, hedeflerine, planlarına uyması, uymaya çalışması ne kadar insani? Bir yandan geçmişin bekçileri öte yandan geleceğin habercileri…
İnsan olmak, insan kalmak Neşet Ertaş’ın dediği gibi; bazen zor oluyor. Şartlar buna müsaade etmiyormuş gibi… Peki ne yapacağız? Bu yazının bir sonuca bağlanmasını bekleyen herkes gibi ben de bir noktaya varmayı isterdim, ancak yaşamaktan başka cevabım yok. Fikri olan, cevabı olan bana da bildirsin; bir dahaki ay devam edelim üzerinden.
Şükranla…