Güneş, ikindinin sonu, akşamın başında, bulutların arkasında istirahate çekilmeden önce, son bir kez maviliğini kaybetmekteki gökyüzünün içinden yeryüzüne selam verdi. Buna karşılık rüzgârın tesiriyle de olacak, ince gövdeli bazı bitki ve küçük ağaçlar bir reverans hareketi içerisine girdiler ki bu durum da nedense zihnine patron ve yalaka çalışan arasındaki ilişkiye benzer bir durumu anımsattı. Az biraz daha ilerlerken üzerlerine bastığı yapraklar dikkatini çekti. Geldikleri yeri tespit etmek için kafasını yukarı kaldırdı ve iri gövdeleri, uzun ve bulutlara uzanmak isteyen bir çocuğu andıran dallarıyla heybetli çınar ağaçlarını gördü. Yürümekte olduğu yolun iki tarafında belli belirsiz bir düzen içerisinde bir tür asker alayı gibi dizilmekteydiler. Gülümsedi. “Efendiye yanaşmazsan kendinden elbet ödün verirsin” dedi. Fakat bir yandan da bu dökülmüş yaprakları, yorgun bakışlarına rağmen irilik ve heybetleri ile etkileyici çınar ağaçları ve yeşil yaprakları, tez canlı raksları ve sevimlilikten uzak boyutları ile küçük ağaççıklar arasındaki bu tezat ilişki dikkatini çekti. O sıralarda gökyüzünde muhtemelen şiddetli bir muharebe daha yaşanıyordu zira kızıl gökyüzü, bulutlardan her an aşağıya bir çeşit kan çavlanı akacağı telaşına kaptırıyordu insanı. Derin bir nefes çekti, cebinden yeni aldığı, sivri köşeli sigara kutusunu çıkardı, bir dalı ağzına koydu ve diğer eliyle yaktığı çakmağı ile tutuşturdu. Pençelerini damarların çeperlerine her geçirdiğinde nikotin, yürüyüşü biraz daha ivme, düşünceleri de aynı oranda devinim kazandı: Beş parasız kediler, yerli yersiz politik söylemler, merhametsiz kabanlar ve tahammül erbabı bakteriler. Eğreti bir bankın yanından geçerken tereddüt etti oturmakla oturmamak arasında. Yoluna devam etti. Bir şeyler aradığını düşünüyordu. Düşünüyordu ya, emin de değildi aslında. İnsan kendinden bihaber olmayı nasıl başarabilir diye sitem etti. Aradığı bir kadın olabilirdi. Rüzgârın denize kendi battaniyesini ödünç verdiği hatta elleriyle üstünü örttüğü bir aralık ayında, öğleden sonra terk etmişti sevdiği kadını. Sovyetlerin dağılmasını bahane etmişti. Sonra da post-modern kaygılardan dem vurmuştu da zar zor fark etmişti, karşısındakinin dogmatik zihnindeki dolambaçlı gerilimden kaçamayacağını. Eve koşup mutfağın köşesinde üstü kirli ocağın dibine sızmış Hegel’e ve onun diyalektik saçmalıklarına küfrediyordu. Araya Spinoza ve birkaç yasadışı şairden alıntılar da koymuştu. Kafasında yankılandı yirmi yaşının vurgun alıntısı:
“Kafa tutulur mu? Ne ilkel bir tavır değil mi. İlla bir şey tutulacaksa; söz tutulur, ev tutulur, köşe başları tutulur, balık tutulur, takım tutulur, avukat tutulur, oruç tutulur, bayramda misafire kolonya ve şeker tutulur, hakkımızda bazen gizli dosyalar tutulur, zanlılar gözaltında tutulur, hakikati söyleyenler topa tutulur, gönül aşk için hazır tutulur, içindekini görmek niyetiyle zarf güneşe tutulur, hava korsanları tarafından yolcular rehin tutulur, insanın bazen nutku tutulur, gece soğukta kalırsa omzu tutulur, adam yağmurdan kaçarken doluya tutulur, bakkalın çırağı mahallenin en güzel kızına tutulur falan fişman…“*
Belki de Nuri Bilge Ceylan’ı utandıracak bir son arıyordu mevzubahis günü için. Her gün aynı şekilde de bitmezdi ki yahu… Ne olurdu yani şimdi iki sevimsiz gaye bir araya gelse de önüne köprü kursalar gerçeklik ile hayal arasında? Yok olmalı, “yok, olsundu” gereksiz Sabbahi fedailer, sabahlarlarken yerin altında. Söz açılmışken bu arada, dün gece, televizyonda gördüğü sarışın kadının adı neydi? Gerçek sarışın mıydı yoksa şu marketteki kutulardan satın alıp mı boyamıştı? Satın almıştı herhalde çünkü yüzü bir sarışına yakışmayacak kadar mordu. Aslında mor yüz kimsenin yüzüne yakışmazdı ki. Acaba midesi mi bulanmıştı? Belki kapitalizmin getirdiği yeni bir inovasyon belki de ümitsiz bir girişimin belirsiz bir getirisi idi. Her neyse yine burnunu sokmamalıydı her işe. Bush ve ekibi, peşinde olabilirdi her garip amaç gibi kendisinin de.
Sağ ve sol olmak üzere ikiye ayrılan caddenin sonuna vardığında, bir süre tam ortadan gitmeye çalışmak nasıl olurdu diye düşündü ve sola döndü. Bitişik, nizamlı evlerin uyumsuz renklerinde bir tını aramaya çalıştı ama beceriksiz yetkili (mimar mıydı o, yoksa mühendis mi? Kararı bilgisiz işçiye de bırakacak halleri de yoktu ya) ne de berbat bir seçim yapmıştı böyle. Kararan havanın kendisiyle birlikte getirdiği ekürisi yoğun soğuğu ensesine fısıldadı, tüylerini ürpertti. Kabanın yakalarını kaldırdı ve ellerini cebine koydu. Henüz biten sigarasını gelişigüzel fırlattı. Önündeki karaltı kendisine bir tür örtü oldu ve onu bir süreliğine sakladı…
Devam edecek…
*Ömer Faruk Dönmez ’den “Ortaya Karışık”