Yaklaşık 7 aylık bir aradan sonra Zümrüdü Anka’nın kanatları üzerinde yükselerek özgünlüğünün sunduğu “o özgürlüğü” yeniden tatmaktan mutluyum. Yedi ay, kısa bir zaman dilimi değil ancak geçen her dakika size hesap vermeden ilerleme inadında olduğu için bu süre kestiremediğim bir hızla geride kaldı. Bugün, bu 7 aylık sürenin büyük bir kısmını oluşturan bir serüvenden bahsetmek istiyorum: Hollanda’daki Erasmus programımın ilk döneminden… 29 Ağustos 2018’de Kayseri’den kalkan bir sabah uçağıyla Amsterdam’a geldim. Asıl yaşadığım şehir, başkente trenle 25 dakika mesafede olan Utrecht. Yerel dilde “Hollanda’nın Atan Kalbi” olarak da ifade edilen tatlı bir yer. Ülkenin birçok şehrinde olduğu gibi, şehrin tek üniversitesi olan Utrecht Üniversitesi’nde 1 yıl sürecek olan değişim programıma da 3 Eylül’de başlamış oldum. Bu yazıyı kaleme alış gayem ise ilk dönemini henüz tamamladığım bu süreçten, gördüklerim ve öğrendiklerimi paylaşarak binevi günah çıkartmak.
Bildiğiniz üzere Hollanda, konum itibariyle Avrupa’nın merkezi denilebilecek bir yere sahip, biz Türkiye’dekilerin ifadesiyle “Konya kadar” bir ülke. Toplam nüfusu İstanbul’dan daha az, ayrıca ülkedeki en büyük azınlığı yaklaşık 400.000 ile Türk nüfusu oluşturuyor. Hollanda’ya gelenlerin paylaştığı ve arka planında mutlaka “kanal, bisiklet ve Hollanda tipi evlerin” yer aldığı fotoğraflardan anlaşılır ki, ülkede bu üç element kültürde önemli bir yer kaplıyor. Hollanda tipi evler, genelde mimarisi kendine özgü, en yenisi 100 yıllık ve tarihi yapısı ihtimamla korunmuş ancak muhtemelen içi modernleştirilerek yaşamaya uygun hale getirilen evlerdir. Ülkede apartman kültürü çok gelişmiş değil ancak bu da ciddi sorunlara yol açıyor. İnsanları evsiz kalmayla karşı karşıya bırakabilecek bu sorun ülkede yaşamak isteyen bir Hollandalı veya yabancı için, kimseyi ayırt etmeksizin, ciddi bir baş ağrısı olabiliyor. Özellikle yabancı öğrenciler açısından eğitim döneminin ilk bir iki ayını bu sorunla baş ederek geçirmek yazısız bir kural haline gelmiş. Burada yaşayan Hollandalı ve Türklerden gördüğüm kadarıyla farklı bir şehirde yaşayıp başka bir şehre her gün gidip gelmek (İngilizce’de commute dedikleri hadise) fazlasıyla yaygın.
Bununla beraber, dışarıda havanın karlı, yağmurlu veya dondurucu olduğuna aldırmaksızın insanlar bisiklet sürmeye ısrarla devam ediyor. Utrecht’in her tarafında yer alan küçüklü büyüklü bisiklet parklarına 12.000 bisikletlik başka bir park ekleyerek ülkecek ne kadar önem verdiklerini göstermeye çalışmış belediye. Günün belli saatlerinde oluşan bisiklet trafiğini, trafik ışıkları ve zaman zaman polislerle kontrol etmeye çalışıyorlar. O ışıkların bazen çok önemli olabileceğini bir tanesini geçtikten sonra polisin beni durdurarak yazmaya teşebbüs ettiği cezadan gayet iyi öğrendim. Kontrol demişken, bu kelimeyi Hollanda ile aynı cümlede kullanmak pek makbul sayılmıyor. Gerçekten ifade edildiği üzere bir “özgürlükler ülkesi.” Din ve vicdan özgürlüğünden, belli başlı uyuşturuculara kadar geniş ve renkli bir yelpazeye sahip bu katalogda dengeyi, gördüğüm kadarıyla, gayet iyi kurmayı başarmışlar ve her hayat tarzı toplumda güvenle yer edinebiliyor.
Bu arada, bir gün Hollanda’ya yolunuz düşer ve canınız kahve isterse kimlik göstererek gireceğiniz “coffee shop”lar sizi hayal kırıklığına uğratabilir.
Ülkenin yerel dili, İngilizce ve Almanca arasında kendine özgü bir dil olan “Felemenkçe”dir. Çok temel seviyede bir Felemenkçe kursu alma imkânım oldu, gerçekten gramer ve kelimelerin İngilizce ’ye çok çok yaklaştığını gördüm. Hem bunun etkisinden hem de Hollanda’nın çok küçük bir devlet olarak uluslararası arenada kendini ifade etme ve kendine yer bulma aracına ihtiyaç duymasından olsa gerek Hollandalılar İngilizce’ yi çok güzel konuşuyorlar. Herhangi bir markette veya devlet dairesinde İngilizce ile bütün işlerinizi halledebilirsiniz. Yine üniversitelerde değişim öğrencilerine sunulan dil İngilizce. Ayrıca Türkçe konuşan birinin başı sıkıştığında, kendini ifade edemediğinde vs. her yerde en az bir Türk ile karşılaşabileceğini Avrupa’nın değişik yerlerinde de tecrübe etme şansım oldu. Bu Türk bankada sizinle ilgilene bir çalışan, Belediye personeli veya gittiğiniz Hint restoranının sahibi çıkabiliyor. Bütün varlığıyla kendine yer bulmuş ve kültürünü devam ettiren Türk toplumuna hiç değinmiyorum bile. Bu yüzden İngilizce’deki “homesick” muhabbetinin Avrupa’ya eğitime veya çalışmaya gelmiş bir Anadolu genci açısından sorun oluşturacağını da düşünmüyorum.
Eğitim kültürü açısından değerlendirecek olursak, ifade etmeliyim ki en çok zorlandığım hususlardan biriydi. Türkiye’nin eğitim sisteminin çerçevesini oluşturan hoca-öğrenci ilişkisi ve bunun üzerinden yürüyen bilgi aktarımı muhabbeti büyük ölçüde yıkılmış. Haftada 8 saatlik bir ders programıyla eliniz çenenizde bu vakti nasıl dolduracağınızı düşünebiliyorsunuz zaman zaman. En azından ilk geldiğimde ben böyle yaptım. Ancak sistem, önceden hocalar tarafından belirlenmiş makale, kitap, dava gibi okumalar üzerinden gidiyor. Öğrencinin haftada kendine kalan 160 saat içerisinde bu okumalara vakit ayırıp derse hazırlıklı gelmeleri hedeflenmiş. Böyle baktığınızda aslında dersler bir nevi öğrencinin kaçamağı haline geliyor. Yani hukuki tabirle kural derse gitmek değil kural öğrencinin öğrenmesiyken istisna derslere katılmak olarak algılanabilir. Puan sistemi ise sadece sınavlar üzerinden yürümüyor, hemen hemen her derste öğrencilerin “kendi seçtikleri” konularda bir araştırma sorusu sorarak kelime üst sınırları olan “paper”lar hazırlamaları isteniyor. Kimi zaman bunları tek, kimi zaman gruplar halinde yazabiliyorsunuz. Ayrıca her dönemi ikiye bölerek, toplamda 4 periyotla bir yılı tamamlamış oluyorsunuz ve her periyotta ders sayınız sadece “iki”. Hani zaman zaman yurt dışında eğitim alanları dinlediğiniz zaman duyarsınız ya: “Gerçekten çok farklıydı ve gittiğimde çok zorlandım” gibilerinden. Ben her duyduğumda, ne kadar zor olabilir ki modundaydım. Sonuçta biz SBS-YGS-LYS’nin hayata hazırladığı bir nesildik. Ne kadar zor ve farklı olabileceğini ilk periyot sonunda anlamaya başladım.
Acısıyla tatlısıyla, hüznüyle özlemiyle bir 5 ay geride kaldı. Bu 5 ayda içine doğduğum ortamdan çok daha farklı bir yerde bulunmanın verdiği o tecrübeden elimden geldiğince faydalanmaya çalıştım. Hangi bölüm öğrencisi olduğunuz, neye inandığınız, nereden geldiğiniz fark etmeksizin bu hayatın her insana bir şeyler sunabileceği inancındayım. Eğer gerek gezmek gerekse eğitime gelmek için küçük de olsa bir niyetiniz varsa, lütfen onu ertelemeyin. Önümüzdeki 6 ay içinde yolunuz düşerse, bir çayımı içmeye de beklerim. Sağlıcakla kalın.