Konuk Yazar: Samet Naci Güler
Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak tıraş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekalâ bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
– Hişt, dedi.
Daha az evvel bir kaç tane milyar yıldır güneşe yağmur ve çamura direne direne bu günlere dek yetişmiş olan çimenlerin rengi hakkında umarsızca ölçüp biçen ben için muhakkak surette içinden kaçmayı yeğlediğim insanlardan birinin, bu denli bir anda ve dahi arkamdan seslenmesine verecek olduğum önem, dalmış bulunduğum ve yer yer materyal olan düşüncelere saygısızlık olur endişesi ve hiç de bilmediğim bu ortamda kim bana neden seslenir ki garipliği arasında, kıyıya vuramamış bir halde yoluma devam ettim. Aklımdan adımlarımı sıklaştırmak geçti ilk başta. Sonra bir rüzgar… Öyle emindim ki yaşadığım şehir de bir erkeğin bir kadına aşık olduğundan… Yoksa neydi bu böyle bu durduk yere? Durdum durduğum yerde. Şimdilerde ne tıraş bıçağı ne de terleyen ellerim önem arzediyor. Gözlerimi kapatıp bir derin nefes çektim beni gören bir uygarlığı kokluyorum zannederdi.
Hişt…
Nefesim yarıda uygarlığın geleceği henüz doğmamış çocuklara emanet kaldı. Ağzımdan boşalttım aldığım tüm nefesi. Ellerimi ceketimin cebinden usulca çıkardım. Zira böyle bir yerde her şey olabilirdi. Öyle ya gazetelerde okuyoruz her gün. Hatta yumruklarımı sıkıp bir pozisyon dahi aldım.
Hayır hayır… Öyle olmadı. Yazdığı son yazı intihar mektubu olan bir adamdım ben ve artık kendimi savunmam gereken tek yer annemin, bir böcek gibi yuvarlanacak olan kafama baktığı esnada gözlerime diktiği gözleriydi. Hem tıraş bıcağına neden kızgınım sanıyorsunuz? Lanet olasıcayi daha keskinlestireli kaç gün oldu hemen de körelmiş. Ayrıca esen o rüzgâr da bana aşkı falan anlatmadı. Boğazımda soldan sağa açılan yaraya dokunduğu zaman hissettiğim sızlamayı anlatamam. O uygarlık gözlerimin önünde bıçaktan geçirilmeliydi. Belki rahat ederdim çünkü ben ölemiyorsam bir yerlerde bir şeyler yahut birileri ölmeliydi değil mi?
Hişt….
Aşka ve sevgiye dair umudumuz bittiği zaman yaşamanın ne denli anlamsızlaştığını okumuştum daha bu sabah. Bakkalın kızı da kim oluyor ki bana gülmüyor söylesenize. Ben bir umut diyerek yeryüzüne çivilediğim dudak uçlarımı kaldırmıştım onun için. Ancak o bilmiyordu bunu. Sattığı biskuvi kadar harçlık alan bir hiçti o. Daha kibritin yerini bilmiyor. O kadar çok almıştım ki son üç gündür ben bile biliyorum. Onun harekete gecmesini beklemeden bir anda egilip almis olmama ne sasirdi ne de rahatini bozdu. Yüzüme aptal aptal bakmamış olsa bu yazıyı yırtıp çöpe atmış olacaktım ve sen gözyaşlarını bu kağıda damlatmayacaktın. Ve belki bakkalın kızını şimdi görsem tam on dört yıl altı saat sonra belki bana gülümserdi. Bir de böyle düşün… Üzerlerinde dün akşamdan ıslaklık kalan çimenler önce ayakkabılarımı sonra ayaklarımı ıslatmıştı. Ayaklarımı ısıtmak maksadıyla parmaklarımı oynatınca yüzeylerinin buruşmuş olduğunu hissedebiliyordum. Başına hiç geldi mi bilmiyorum ama hani hep filmlerde olan bir sahne vardır… Yağmurun altında ıslanmak. Yağmurda ıslanmak hiç de güzel değil inan bana. Belki de benim gökyüzü ile muhabbetim kesildiği için damlalar bana sanki yüzüme tükürülüyormuş hissi veriyor bilemem. Ama hiç yarabbi şükür diyecek kadar yüzsüz de olmadım. Soranlara sadece yaşadım demek dahi büyük bir başarı olan bu dünyaya bir türlü sığamamıştım ki arkamdan biri seslendi.
Hişt…
Bekçilerin tıraş bıçağını elimden alışını hatırlıyorum da. Hapishane müdürünün bir anlık çığlığı ve ulan ne biçim adamsın bunu dahi beceremedin diye serzenişi. Kadından hapishane müdürü mü olur yahu? Ne biçim adam olduğumu sana mı soracapım ulan diyerek kan revan bir biçimde ipek takım elbisesini nasıl kırmızıya boyamıştım ama. Herkesin gurur duyabileceği şeyler vardır… apar topar önce hastane. Uyku ile uyanıklık arasında duyduğum garip konuşmalar. Bu zaten burda ölür ön görmeleri, asker arabası, bileklerimde soğuk demir hissi.
Hişt…
Etraf yavaştan kalabalıklaşmaya başladı. Bir el omzumdan tuttu beni sehpaya yatırdı ve gayet kuvvetli bir eldi. Annemi gördüm gelenler arasında. Bir de bakkalın kızını. Gülmüyordu yine haketmiştim bunu, daha dünkü çocuk gibi korkudan altını ıslatmış bir adama bakıp gülemezdi insan. Gülse dahi bu bugün olamaz bunca insanın içinde ayıp olurdu. Söylesene ayıp mı kalmıştı? Ama dişerimi sıktım. Gözlerimi kapattım. Annemin hala bana baktığını biliyordum. Yanaklarımda tahta ve yuvarlak maddenin tırtıklı yüzeyini hissediyor, sonumun geldiğini de biliyordum; birkaç gün içinde unutulacağımı da. Nazım’ın 20. yüzyıl hakkında yalancı çıkmayacağını da biliyordum artık evımdekı yastıkları özleyecek kadar dahi vaktim kalmadığını da…. Celladım devasa bıcagını bır kere daha kaldırdı. Bir ses duydum…
Hişt….