Vatikan’dan saklı kutsal kitaplarınızı ben çaldım. Dolabımda çorap hurcumda saklıyorum. Dut tohumları ektim dört bir yanına. İnsan soyuyla mor salkımlarda dutlar yetişirse, doğuyorum dut gibi sarhoş yeni güne. Ocakta sede yağını yakıyorum, masada bir haftalık yarım bırakılmış tostum duruyor, salondaki bozuk lambaya söyleniyorum ama yine de tamir etmiyorum bir yıl daha. Kahvaltılık olarak hem yeşil hem siyah zeytin çıkarıyorum dolaptan, ben zeytinin yeşilini severim yine de -diyalektik olsun diye- siyahıyla harmanlıyorum noksan çilingir soframı. Sarı kabanımla iniyorum Reşitpaşa yokuşuna, çıplak ayaklarım tevazu ile öpüyor toprağı. Bir karınca yuvası, bir karınca yuvası, bir karınca yuvası, birçok karınca yuvası, ah ne çok karınca yuvası! Tanrıcılık oynamak ne zevkli tanrım. Çekirdek kabuğu çalıyorum bir küçüğün elinden, başka yuvaya bırakıyorum. Bir tümseği avuç içlerimde sıkıp bir başka eşiği taşlarla örtüyorum. Rüzgâr yönüne ters örülmüş yuvalardan birine şeker bırakıp ötekini parmak uçlarımla ezip can alıyorum. O sıra göğe dönünce yüzüm, göz göze geliyorum tanrıyla, göz kırpıp belli belirsiz gülüyor bana; neden diye soruyor toprak altından bi’ ses. Ah nane kokulu küçüğüm benim, ah kabullenmeyi bilmeyen hırsım; çerçeven bu, sınırın bu, bahsedilen kaderin bu senin. Biri görsen ikiye çıkmak, çoğalmak, çoğaltmak istersin. -varlığından bir, yokluktan hiç- Gazinodan çıkan kadınla ne konuştun? Seviştiği adamın kokusu kalmış üstünde, kokusunu merak ettin. Yoksa sen çok konuşmaların kadını değilsin. Geceleri yıldızlar üzerine beylik laf etmek istersin -bak bu benim yıldızım göğü güveler geceleri- manav önünde en iyi karpuz nasıl seçilir, Babil’in en güzel kızı Thisbe neden sevmiş Pyramus’u, küçüklüğünde o çok sevdiğin radyo sunucusunun karısı kendini nasıl asmış bir pazar sabahı anlatırsın uzun uzun.
yalın ayak yürürken sokakta
bir şarkı mırıldanıyorum
Kar yağarken çorba içmek isterdim -üstünde bir avuç içi nane ve cehaletimin dilimlenmiş ekmekleriyle-, kırkında bir adam öperken mahremiyetimi çorba içmek isterdim, çorba içmek isterdim on yedimde satarken kendimi. Yoksa nasıl geçer bu mide bulantısı, bu kendini bilmezlik, bu cüretkâr serkeşlik!
yalın ayak yürürken sokakta
bir şarkı mırıldanıyorum
Kırkında olan adamla Fener Antik Mezatında tanıştık. Herkes masaya bir şeyler bırakıyordu. Ariel, cep saati, gramafon, el yazmaları. En arkada sallanan tahta taburemle gıcırdıyordum ve yoktu masumiyetimden başka masaya bırakabileceğim eskimiş hiçbir şeyim. El yazması için bir kadın onluk teklif etti, bağırdı Heseidos on ikilik veriyorum! Kaybetmeyi seven bir adam değildi, istediğini aldı on ikilikle; satışı ka-pa-tı-yor-um! Mezatlarda görülmemiş ağırlıkla bıraktım kendimi ortaya. Kırkındaki adam değer biçti varlığıma ve vuruldu çekiç masaya, tak. Ah tanrım, tanrıcılık oynamak ne zevkli. bu benim çerçevem değil, bu benim kaderim değil,bu benim sınırım değil. Bu ancak benim kadınlık hırsım ve sa-tı-yor-um anasını bu dünyanın, TAK!