Sert ve pürüzlü geçen bir kışın son sabahında önümdeki masanın çatlak ahşap yüzeyinde parmaklarını gezdiriyorum, amacım masanın ellerini bulmak. Ulaşmak istiyorum kim bilir hangi yüce, altındakilerin ona bakmak içi kafalarını gökyüzüne çevirdikleri, bin bir mahlukun gerek içinde gerek gölgesinde bir şekilde hayatını geçirdikleri haşmetli ağacın ruhuna. Sormak istiyorum ona kim bilir hangi karanlık asırda, ummadığı bir anda gövdesine namertçe indirdikleri balta darbelerini hatırlıyor mudur diye. Her bir saniye köklerinden biraz daha ayrılırken gövdesi kanlar akmış mıydı acaba toprağa? Durun demiş miydi, o baltaları tutan ellere, dallarını savurmuş muydu alçak yüzlere? Yapamamıştı, belki de yapmaya mecali yok diye yapmamıştı. Yapsaydı da burada olmazdı.
Sert ve pürüzlü geçen bir kışın son öğlesinde içinde bulunduğum ormanın bilinmeyen bir köşesindeki küçük ve ucube barakada, pejmürde perdelerin arasında, yüzeyi buğulanmış cama yaslanmış karşımdaki hiçbir şeyi izliyorum. Acaba burası eskiden var mıydı? Yoksa hiçbir zaman var olmamış mıydı? Zamanın, mekâna her taneciğiyle yapışıp kaldığı şu evrende ayaklarımın altındaki bu zemin ve zeminin üstü nasıl oluyordu da falakadan kaçan bir talebe gibi bir şekilde kurtulmayı başarmıştı? Beni mi örnek almıştı acaba? Hoş, hayatımda beni idol olarak alan bir şeyin olması gururumu okşarken onun hiçbir şey olması gerçeği de bir miktar canımı sıkıyordu. Ben de yoktum ya şu lanet evrende. Yani vardım elbette, yani herhalde, ya da galiba… Demek istediğim, alemin tek bir zerresi bile benim varlığımı kabul etmezken; kendi zihnim, kendi bilincim yerin kilometrelerce altında, köşesiz bir zindanın içinde aklını sıyırmışçasına naralar atarken, güçsüz ve bin bir yerinden kırılmış kollarını duvarlara sallarken amaçsızca, ne işe yaramıştı ki sebepsiz uğraşlarım? Tek bir dostum yoktu. Birkaç tane sevdiğim, yarım parça sevenim ve tükenmek üzere olan benliğimden başka bir şeyim yoktu. Umutlarımı da şehvetli bir gecenin ardından, sabahın ilk ışıkları yatağa vururken, uyandırmadan alnına bir öpücük bırakıp terk etmiştim. O gün bugündür Mecnun’un yanında halt ettiği, fabrika ayarlarına döndüremediğim çürümüş psikolojim ile kasabadan kasabaya attım hep kendimi. Şimdi buradayım işte. Böyle bir yer varsa tabi.
Sert ve pürüzlü bir kışın son akşamında, gözyaşını andıran damlaların teker teker yatağımın kenarına damladığı tavanı ve tavandan sarkan kalın ipi izliyorum. İp, kalbi paramparça edilmiş, artık kan çanağına dönmüş gözlerini açmaya korkan, mutluluğa inanmayan kadınların saçlarından örülmüş. En azından öyle demişti bana bunu satan uzun boylu, soluk benizli genç satıcı. Kahverenginin en âşık tonundaymış bu ip, en ihtiraslı, en arzulu ve en acımasız. Tıpkı gövdesine saplanmış saçmaların sahibi avcısına son kez ağlayan bir geyiğin gözleri gibi. Tıpkı Heisenberg’in belirsizlik ilkesi gibi. Tıpkı kaybedeceğini anlayan bir kumarbazın masadaki pullara attığı o son boktan bakış gibi. Peki ya taşır mıydı bu ip beni? Sadece kalbinde bile yılların biriktirdiği tonlarca nefreti atmamış, şu solgun bedeni taşıyacağına dair kusursuz tereddütlerim de var hâlbuki.
Sert ve pürüzlü bir kışın benim için son gecesinde, ıslak odun kokusunun her yanı sardığı loş ışıklı odamda, sandalyemin üstünde, boynumda ipten bir kolye tam karşımdaki kulübemin kapısına sebebini bilmeden bakıyorum. Dışarıdaki vahşi kurtlar bir şekilde haber almış olacaklar ki bana sesleniyorlar: “Bırak kendini bizim asil pençelerimize” diye. Galiba onlara kulak asmayacağım. Oldum olası onurlu bir adamdım ben. Onurumla geldiysem, onurumla dönecektim Tanrı’nın kollarına. Duvardaki metal ve odanın ruhuyla bağdaşamayacak kadar gri olan duvar saatinin hem akrebinin hem yelkovanının on ikiye varmasına son on yedi tak kaldı. Tak tak tak tak –soğuk ve ıslak otların üzerinde birkaç boğuk hışırtı sesi duyuyorum- tak tak tak. Kafamı kaldırırken iki tak daha geçti. Bana yaklaşmakta olan varlığın kim olduğunu ya da “kim” zamiri ile nitelendirebileceğim birisi olduğundan emin değilim. Tak. Tak. Tak. Kapıya vurulan inanılmaz sertlikteki tekme bütün kulübeyi, sonra bütün ormanı, sonra da tüm gezegeni iki saniyeliğine inletiyor -diğer gezegenler duymamıştır bence. Çünkü ses uzayda yayılmazmış- sersemletiyor. Ayaklarımı hafifçe öne atarken kapının yere devrildiğini görüyorum.
Soğuk ve pürüzlü bir kışın benim için “son” gününde galiba hikaye burada çok da mutlu bir sonla bitmiyor.