Denzel Washington’a Bir Saygı Duruşu
Mart 4, 2025

Hadi ellerim, hadi!

Nasıl hissediyorsun bilmiyorum. Muhtemelen çok yoğunsun ya da yeteri kadar yoğun olmadığını düşünüyorsun. Ve nasıl hissettiğini hatırlamıyor olabilirsin. Bi düşündüm mesela, karnımın ağrıdığını fark etmemiştim düşünene dek. Ne komik halbuki, çok da fiziksel bir his bu. İnsan direkt fark ederim sanıyor. Yanılıyor. Ellerim biraz uyuşuk. Durmak istiyorlar sanki. Bu yazıyı yazmaya ikna değiller. Duruyorum. Ellerime “hadi” diyorum. Çünkü yazmaya ihtiyacım var. Anladığın üzere keyfim on numara beş yıldız değil. Ama kötü gibi bir başlık da tanımlayamıyor hâlet-i ruhiyemi. O yüzden sana yazıyorum. Çünkü sen okuyunca ben yazdıklarımı izleyebiliyorum ve o zaman daha bir anlam kazanıyor hikâyem.

Akşamları perdelerin örtülü olmasını isterim ama perdeyi örtme eyleminden hiç hoşlanmam. Kimse bana perdeyi kapat demesin. Yapmayacağım. Biri gelsin kapatsın perdeleri. O zaman rahatlar içim. Anlarım ki gün bitti. Ohh kapanmış perdeler, çay vakti.

Çay rengi bana huzur verir. Çay fincanımın deseninden çayın rengini göremiyorum ama o çay fincanından başka bir bardağa da koyamam çayı. Çay o fincanda içilir. Kahve fincanım ayrı. Kendi kurallarım, prensiplerim var mı sanıyorsun? Hah, güldürme beni! Sadece başka bardakta içmeyi tercih etmem. O bardaklar benim bardaklarımdır, bana özeldir. Kalem, takı, ıvır zıvır eşyalarıma aynı ölçüde saygım yok. Ama bardaklar hak ediyorlar. Ben bile kendi akışkanığımı muhafaza edemem mesela.

Bu sene mandalina toplamaya gidemedim. Çağırsalardı gelemem derdim ama öyle bir eylem ki o sürüklenerek yapınca daha keyifli oluyor. Ağaca çıkmaktan bahsetmiyorum. Ağaçtan inebilmek belki hoşuma giden. Yeşil saplarından tutup döndürürken yanlış koparırsam seneye aynı yerinde çıkmaz endişesini taşıdığımdan toplama işini de sevmiyorum aslında. Seneye aynı sayıda mandalina vermesinin mesuliyeti ağır bence. Ağaç dallarının arasında örümcek ağına hep elimi sokmuşumdur bi kere. Ne iğrenç histir o. Sineklerin yoğun olduğu yaprak aralarında nefesimi tutarken karıncalar ellerimden yukarı tırmanıyordur. Ağaç dallarının arasında geçirdiğim 10 dakika için hayatta kalma mücadelemin bir parçası olduğunu düşünerek topladığımın yarısını yeme hakkı bulurum kendimde. Mandalinayı yiyemeseydim acaba bütün bu zahmetini sever miydim?

Yazının buraya kadarının ne kadar gerçek olduğunu düşündüm. Ne kadar doğru imgeler buraya dek seçtiklerim. Çok şeffaf mı gerçekliğim? Doğrulukla ilişkili mi bu gerçeklik, içinde yalanlarım var mı? Ya da yanılgılarım kırılganlığımı yansıtıyor mu? Bir bardak gibi sert ve kırılgan mı bu yazı? Sonraki paragrafları elimden düşürsem “şangırrtt” kırılır mı? Ya da sen okurken birkaç satır fazla gelse, atlasan… Benim en önemli diye düşündüğüm bir satırı kaçırsan mesela, kırılıp döker mi içindekileri?

Yoksa mandalina gibi kabuklu bir yazı mı bu? Kabuklarını soymakta zorlandığın ve içi güzel çıkacak mı acaba diye düşündüğün tupturuncu bir meyve. Sana bu kadar paragrafı yazıyorum diye içinden sulu tatlı bir besin çıkacağını vadetmiyorum. Ama küflenmiş bile olsa o benim için bir nimet. Ve nimetimi sana sundukça hissediyorum ki, bereketleniyor.

Bu nimeti sunmak kolay değil, yoruluyor dedim ya ellerim. Klavyenin hangi tuşları daha uygun seçmekte zorlanıyorlar. Sen okuyorsun diye mi yazdım bunları onca sancımın içinde bilmiyorum. Marie Luise Kaschnitz’in, Mustafa Ziyalan çevirisiyle Varlık Dergisi eylül 1983’te yayınlanan “Günümüzde Gerçeği Yazmanın Güçlüğü” yazısında; gerçeğin yazının başarısının da ötesine geçen bir giz olduğundan ve onu ortaya koyarken bizi sorgulayanların isteklerine uyum sağlamanın öneminden bahseder. Gerçeği ortaya koyuştaki “namusluluk” yazının sunulmadaki serüveninde belirleyicidir ve bununla yazarın anlatım yeteneği ile okuyucunun anlama yeteneğinin uyuştuğu gizemli bir anı kasteder. Ve diğer bütün değerlendirmeleri bu anın büyüleyiciliğinin dışında tutar. Yazmak bir andır.

Çayı soğutmuşum, yine. Koyduğum bardakta öylece bu yazıdan uzaklaşıp kendisine dönmemi beklemiş. Bardakla hiç buluşamamış dudaklarım kupkuru ama ellerim heyecanlı. Belki de yazıyı bitirip dinlenme peşindeler. Ellerim bana hiç itaat etmez zaten.

Bardağın yanındaki mandalina da uzun süredir orada soğumamış, ısınmamış beni beklemiş sanıyorum. Bir elimi atıyorum yumuşamış. Yumuşamış mandalinadan hiç hoşlanmam. Tam bir hayal kırıklığı. İçinden güzel bir şey çıkmasının ihtimali de yok şimdi. Ama tupturuncu rengiyle orada. Ve onun sayesinde yazıyorum bu paragrafı. Alt tarafı meyve olan mandalina için son cümlelerim. Onun da masaya koyulurken, bu işe yarayacağından haberi yoktu. Amacını ikimiz de bilmiyorduk.

Yine Kaschnitz’e göre “Her yazma eylemi dünyayı düzeltmeyi amaçlar.”. Biçimle içeriğinin olmasıyla ve yüzeysel hayat akışında görünmeyen yaşananları görünür kılmasıyla da yazı bu amaca hizmet eder diye devam eder ifadesinde. Bazen alt hedefler seni yazının kendi içindeki hedefe ulaşmamış hissettirse de ya da yazmak için doğru bir amaç bulunamadığı düşünülse de yazmak başlı başına amaca yönelik bir eylemdir. Ve bu eylemi gerçekleştirene kadar nasıl ilerleyeceğini bilemezsin. Yarattığın ana güvenmek meseledir.

En başında sana nasıl hissettiğini sorarken aslında kendi ruh halimi gizlemeye çalışıyordum. Bardaklardan taşan duygumu bastırabileceğimi sandım. İşe yaramadı. Ama bu paragraflarda o duyguyu aldım, besledim, okşadım, dinledim, anladım. Benim akışkanlığımdan farklıydı bu yazının kendini var etme süreci. Ben yoğundum, o ise sızıverdi. Bazen tam tersi olur, yazının yoğunluğuna yetişemediğini hissedersin. En sonunda yazar veya yazıdan biri, diğerinin sızmasına izin verir. Vermelidir.

Yazım doğdu, karın ağrım geçti. Ellerim yorgun. Perdeler örtük. Fincanım içini yeniden sıcak bir çayla doldurmamı ve onu öpmemi bekliyor. Mandalinam biraz daha orada kalacak. Hayat olduğu gibi devam edecek de olsa ben dünyayı düzeltme amacıma biraz daha yaklaşmış oldum. Seni de davet ediyorum, bu amaca kendi gerçekliğinle yaklaşman için. Kendi “an”ına güven ve gel benimle. Çaylarımız soğur ama karın ağrılarımızı dindirmeye çalışırız.



Paylaşmak Güzeldir: