Konuk Yazar: Ziya Utku Karadeniz
Ütopyalar, insanlığın ideal bir düzen arayışını yansıtan hayal ürünü toplumlar olarak edebiyatın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Ancak bu mükemmel dünyalar, çoğu zaman kusursuz düzenin ardında saklı tehlikeleri de barındırır. Thomas More’un Ütopyasından Platon’un Devletine, Francis Bacon’un Yeni Atlantisinden Aldous Huxley’nin Adasına ve Ursula K. Le Guin’in Mülksüzlerine kadar birçok eser, ideal toplum kavramının arkasındaki potansiyel distopyaları sorgular.
Ütopyalar, düzenin ve yasaların mükemmel işlediği toplumları betimler. Ancak bu düzenin sağlanabilmesi için bireyin özgürlüğünden ödün verilmesi gerekebilir. Thomas More’un Ütopyasında, toplumun ideal bir şekilde işleyebilmesi için her şeyin devlet kontrolünde olması gerektiği vurgulanır. Bu durum, bireyin kendi kararlarını alma özgürlüğünü kısıtlar ve bireyi mekanik bir varlık haline getirir. Platon’un Devletinde de benzer bir durum söz konusudur: Bireyin iradesi, toplumsal iyilik adına sınırlanır. Bu tür toplumlarda, bireyler kendilerini ifade edebilme özgürlüğünü kaybeder ve bu da ütopyanın arkasında yatan distopik bir gerçekliğe işaret eder.
Platon’un Devletinde ise benzer bir durumla karşılaşırız. Platon, ideal bir toplum için filozof kralların yönetimde olması gerektiğini savunur. Bu düzende; bireyin özgür iradesi, toplumsal iyilik uğruna kısıtlanır. Platon’un ideal devletinde birey, kendi iradesini değil, devletin belirlediği iyiliği takip etmek zorundadır. Bu, özgür iradenin yok sayılması ve bireyin kendini ifade edebilme kabiliyetinin sınırlanması anlamına gelir. Böyle bir toplumda birey, bir anlamda makinenin dişlilerinden biri hâline gelir ve bu da toplumun görünüşteki mükemmeliyetine rağmen, distopik bir yapıya bürünmesine neden olur.
Francis Bacon’un Yeni Atlantisinde ise bilim ve düzenin yüceltilmesi, bireyin insani yönlerinin göz ardı edilmesine yol açabilir. Bilginin merkezi bir rol oynadığı bu toplumda, bireyler sadece düzenin bir parçası olarak var olurlar ve bu da distopik bir atmosfer yaratır. Aldous Huxley’nin Adasında ise mutluluk ve huzur arayışı içinde bireylerin özgür iradesinin kısıtlanması, ütopyanın altında yatan distopyayı açığa çıkarır. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzlerinde ise mülkiyetin olmadığı bir dünyada bile özgürlüğün tam anlamıyla sağlanamayabileceği ve bu durumun bir tür distopya yaratabileceği sorgulanır.
Sonuç olarak, ütopyalar genellikle mükemmel bir toplum tasviri yaparken, bu tasvirlerin ardında bireyin özgürlüğünün kısıtlandığı, insan doğasının karmaşıklığının göz ardı edildiği karanlık bir gerçeklik yatabilir. Ütopyalar, bireyin özgürlüğünü feda ettiklerinde, aslında bir distopyanın kapılarını aralarlar. Bu noktada sorulması gereken en önemli soru şudur: Eğer özgürlükten vazgeçersek, geriye neyin ütopyası kalır?
Mükemmel düzen arayışı, insanı bir dişli çarktan ibaret gördüğünde, ütopyalar distopyanın ta kendisi olur.