Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Ahmet Muhip Dıranas
22 Mayıs 2018’in sıcak gecesinde, çalan telefonla yatağımdan fırladım. Söylenerek telefona doğru uzandım, güç bela alo dedim. Telefondaki ses tanıdıktı, tanıdıktı ama bana değil. En azından belleğimde olmayan bir sesti artık diyebilirim:
— Evladım ben Asiye yengen, Celal’i kaybettik, cenazesi yarın. Bilmek istersin diye düşündük.
Acımasız bir kabalıkla omzuma kendi yükünü bırakıp kaçtı ses, halen kendime gelemedim. Elimdeki telefonu yavaşça indirdim, bir sigara yaktım ve ağzımdan çıkan dumanın havada dağılmasını izledim. Sanki bu ses, geçmişe vurduğum mührü teklifsizce söküp atmıştı. Zihnimden önce bedenimin hatırladığı hatıraların ağır ağır içimde yükselmesine sebep olmuştu. Sıcak, soğuk, acı, tuzlu, ekşi milyonlarca hatıra: Çocukluk. Derin bir nefes aldım sigaramdan. Bu kadar dumanın tek bir ciğerden çıkıyor olması mümkün müydü?
Acemice uyumaya çalıştım, olmadı. Eski bir dostun ziyareti, artık varlığından benim de haberdar olmadığım bir yığın hatırayı getirmişti beraberinde. Bu şehre ilk ayak bastığımda, öğrencilik yıllarımda, bir göz odada kalmıştım yıllarca. Bütün ideallerim, hayallerim, hatıralarımla ben oraya sığmıştık; belki birkaç gömlek ceket bir de. Yıllar geçtikçe taşındığım yerler büyüdü, genişledi ama her taşınmamda atsan atılmaz satsan satılmaz diyerek kendimden bir şeyleri terk ettiğim evlerde bıraktım, belki başkasının işine yarar diyerek. Ben taşındıkça hayallerim, ideallerim, hatıralarım gitgide azaldı; gömlek ceketler değil ama. Belki de onlardan yer kalmadı. Acaba bulanların işine yaramış mıdır o hayaller, idealler, hatıralar? Neyse, bunu düşünmenin zamanı değil şimdi, yarın yorucu bir gün olacak. Evi dolduran eşyaların içinde uyumama yardımcı olacak bir şeyler olacaktı, tercihen kırmızı olan.
Gece birkaç defa uyanıp uyandıktan sonra nihayetinde kalktım, çalmadan alarmı kapattım. Masadaki kadeh ve içi dolu küllüğe günaydın dedim. Duşa girdim, eşyaya olan nefretimi düşünmeye devam ettim. Onlara kızıyordum ama ben de onlardan birisi idim ya bu evde, en azından bir parçam. Ben herhalde şu parlak yüzeyli mobilyalardan olurdum: Herkesin ayna niyetine baktığı ama aradığını bulamadığı. İyi bir koca, iyi bir dost, belki iyi bir abi. Biraz anlaşılmamışlık, biraz hayal kırıklığı. Sanırım bunlar sıcak bir duşun iyi gelemediği şeylerdendi. Kabuğumdan sıyrılmamı sağlayan hırsım ile ruhumun inceliği arasındaki çarpışma en büyük mücadelem oldu hep.
Hafif bir çanta yapıp kendimi sokağa attım, bir taksi çevirdim. Taksi hızla uzaklaşırken Celal amcamın yüzünü hatırlamaya çalıştım. İnsan yıllar geçtikçe arkasında bıraktığı sevdiklerini daha az anar oluyor, onların yokluklarına alışıyor, zamanla yüzlerini bile unutuyor. Bir zaman sonra hiç olmamışlar gibi, ama hatıralar kalıyor, insan bilmese de kalıyor, o gün öğrendiğim üzere. Mesela ilk bisikletimi Celal amcam almıştı hiç unutmam, sarı kırmızı tekerlekleri vardı diye çok kızmıştım, sevmediğim takımın renkleri idi. Ama yine de söylememiştim ona, çok sevindim numarası yapmıştım, çünkü biliyordum yokluk yılları idi memlekette. Babamdan istesem ‘Ne gerek var, her taraf taş toprak zaten.’ derdi. Beni ilk kez kahveye maç izlemeye de o götürmüştü, herkes küfrettikçe ufak bir kaş gözle beni işaret ederdi. Bana oralet de alırdı, babam olsa ‘Çay iç, çaya alışırsın.’ derdi. Hem ben okula başladığımda ‘Benim çocuklar okumadı, sen oku bari.’ demesinin akademik başarım üzerindeki etkisini de yadsıyamam.
— 60 tuttu abi.
Bu homurtulu sesle sıyrıldım daldığım hatıralardan. Taksici, paramı ver de gideyim suratıyla bakıyordu bana. Çantamı alıp uçağa giriş maratonuna katıldım son sıradan. Neyse ki bir acelem yoktu. Kapıda bir bekleyiş sigarası yaktım hemen. Sigara içtiğimi öğrendiğinde bir şey dememişti amcam, onu da artık baban düşünsün demişti ama ben biliyordum, sigarayı severdi aslında o. Beni de severdi. İlk kez âşık olup ona söylediğimde yüzü kızarmıştı, şimdi ne var bunda derseniz bizim oralarda çok ayıplanırdı böyle şeyler. Yine de beni dinlemiş, o kızla buluşmaya gittiğim gece babamı evden alıp oyalamıştı. Uçağım yükselirken düşündüm, insan sevdikleri için ne kadar yükselebilirdi ki geriye kalan her şey küçülsün, görünmez olsun. Ne kadar ileri gidebilirdi, yahut zamanı bir kenara atıp geri gidebilir miydi?
Newton’a göre zaman, hareketten ve mekândan bağımsız olarak vardır. Zaman ne hareket sayısı ne de cisimlerin süresidir, onun kendi kendine bir varlığı bulunur. Bunca yıl sonra memleketime tekrar geldiğimde hissettiğim bu benim de. Aynı mekâna dönmek aynı zamana dönmek demek olmadığı gibi, hatıralara da bir faydası dokunmuyor. Böyle söyleyerek Newton’a ihanet edeceğim ama, zaman tümden yok olmuştu benim için, nasıl devam edeceğimi bilemez halde kalakaldım. Biraz sonra kuzenim gelip beni kucaklayınca kendime geldim. Buraya has bir aceleyle ‘Hadi gidelim, herkes seni bekliyor.’ dedi, yola koyulduk. Arabaya atlayıp her şeyin yanı başımdan akıp gitmesini izlerken zamanı çok dert etmedim, tanıdık bir yerler aradı gözüm, yoktu… Bu caddeyi biliyordum, kıvrılıp girdiğimiz mahalleyi de ama her taraf değişmişti. Cenazenin arkasında yürürken, amcam affeylesin, gözlerim aramaya devam etti. Çocukken oyun oynadığım, ilk gençlik yıllarımda arkadaşlarımla buluştuğum metruk arazide kocaman bir apartman yükseliyordu. Akşam soğuğunda altında ilk aşkımı beklediğim ağacı da kesmişlerdi, mahallenin kıraathanesinin de olduğu yerde büyük bir market vardı artık. Hatıralarımın üzerine beton dökmüşlerdi, utanmadan bir de süsleyip ışıklandırmışlardı. Bu şehir de hatıralarını nereye kaldıracağını bilemeyip toptan kaldırmıştı anlaşılan, benim gibi.
Toprağa daldırılan ilk küreğin sesiyle bu son hatıramın da benden gitmekte olduğunu idrak ettim. Unutuş, kulağımın dibinde en yüksek sesini almıştı artık. Bu toprağın altından çıkmayacak artık o hatırlamaya çalıştığım dünya. Gözyaşlarımı gizlemek için bir köşeye sığındım, soğuk betona yaslanıp ağladım cenaze bitene kadar. Ben o cenazeye hiç katılmadım aslında, bu söylediklerim hiç yaşanmadı çünkü aynı şehre dönmenin acımı dindirmeyeceğini, bilakis katlayacağını biliyordum. Kendime bu hatırayı uydurarak teskin oldum, çünkü insan her şeye rağmen ayakta kalabiliyor: Toprağın kurumasına, sevdiklerinin bir daha geri gelmeyecek olmasına, betonun soğukluğuna… Asıl yıkıcı olansa bazı güzel hatıraların bir daha geri gelmeyecek olması.