Bu geceyi hala yazabiliyor olmak Erol’u unutulmaz kılıyor. Yahut vurulmuş bir başka zincir.
Paylaşılan her an kendi zamanını doldurup yakar, külleriyle anlatılar doğurur ve tükenir. Fakat yazı öyle değil. Yazı; sonsuzluğa bağlanmış bir çaput, bir umut dehlizi ve çokça kaygı; anlamlandırma ve duyulma beklentisiyle filizlenen.
Onun da her an gibi tükenmesi gerekirdi. Yazılması değil.
Unutulmaz kılıyor, bir başka deyişle, yazdırıyor olmasından çekincem; yazıya dökülen her tane külün sonsuzluk daireme taciz ediyor oluşundan. (Hislere, özellikle başkalarına ait olanlara karşı kısmen bencillik ediyor olabilirim , bilmiyorum.) Neyse…
Ürktüğüm sohbeti ve sorguları arasında yakaladığım birkaç satırı daha dökeyim daireme:
“İnsan tabiatı.
Bir şans ‘daha’.
Varsa edinen; ben de
Bu yanılgıyı yenmek,
Yansının öz buzlarını
Kırmak için talibim.
Şimdi.
Kırmak için,
Bu karanlıkta,
O kızıl buz perdeyi.
Bir ölüm döşeği pişmanlığı,
Sağrıda sızlanan.
Filiz filiz,
Hasret ve hüsran.
Olasılıklar ve imkansızlar.
Yaşanmışlıklar ve
Yaşan(a)mamışlıklar.
Sancıtan hakikat,
Tutsak gerçek,
Ve haz lodosu rüyalar.
İnsanlar!
Kavruk bir fikre,
Yanan bir kalpte.
Ve geceye,
Sıcak bir tende.
Ve İnsanlar!
Çift gözde yanılsanan.
Körpeler ve törpüler.
Sağırlar ve dilsizler.
Ölüler ve diriler.
Duyum üzere biçimlenen,
Seyir ve yaşam.
Oluş ve varış,
Ve duyuş,
Yokoluş.”
Bu adamla uzun cümlelerimiz olmamıştı. Ama hani bilirsiniz, ifade ediş şekilleri ve yüz hatları: alın çizgileri, göz kapakları, çene kıvrımları.
Bunları duyumsamıştım daha çok. Her savurduğu kelimesiyle şekillenen hatlarını…