Somon
Ağustos 5, 2025
Zihnimden IX
Ağustos 5, 2025

Sonsuza Kadar Mutlu Yaşadılar, Sonra?

 

“ İnsanlara duyduğumuz sevgi onlar öldüğü için değil, biz öldüğümüz için azalır.…”

İnsanlara duyduğumuz sevgi onlar öldüğü için değil, biz sustuğumuz için azalır…

 

“Dolayısıyla, kimse kaybolmaz aslında; insan ancak kendisini kaybedebilir. Bu bilinçli bir tercihtir, seçilmiş bir teslimiyet ve coğrafya aracılığıyla ulaşılan ruhani bir tasarruftur.”

İnsan ancak kendisini susturabilir.

 

Ve susmak güzeldir. “Güzel, çünkü gerçek, dedi.”

 

Derler ki bir hikâyeyi uzatırsan, mutlu sonunu yitirirsin. Masallar, “ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” cümlesinde durur. Çünkü devam ederse, kırılacak şeyler vardır. O son cümle, altındaki çatlakları saklar. Kimse, prensesin sabah uyandığında hissettiği boşluğu, prensin yıllar içinde yitirdiği hayalleri anlatmaz. Sessiz gerilimlerin, göz göze gelmeden yutulan kelimelerin tarihi yazılmaz.
Belki de en büyük yalanlardan biridir “sonsuza kadar mutlu yaşadılar”, belki listede “her şey yoluna girecek” veya “iyiyim”lerden bile üsttedir.

Peki ya biz hikâyeyi orada bırakmayıp devam etsek?
İlk günler güzeldir, haftalar da. Belki yıllar bile. Ama sonra… sonra önlenemezler sahneye çıkar: kavgalar, hayal kırıklıkları, bozulan yeminler, sessiz vedalar, yaşanamamış ihtimaller. Zaman uzadıkça renkler solar. Her hikâye yeterince uzarsa, hayata dönüşür: sevinçle başlar, kararsızlıkla ve kalp kırıklarıyla sürer, sonunda susarak biter.

Mutlu son?

Hiçbir zaman bitiş değildir. Yarım kalmışlığın cilalı hâlidir yalnızca. Kursakta kalıp yutulamayan bir gençlik hayali gibi, derimizin altına işler.

Şimdi size bir sır: Hikâyeler bitmez. Başlarlar ve sonra adım adım sessizliğe gömülerek devam ederler. En derin olanları, en çok kelimesiz olanlardır.

Benim hikâyelerim de böyle. Bitmiyorlar.

Nerede susmam gerektiğini bilmediğim için hiçbirini tamamlayamıyorum. Her gece, her sabah, her konuşma çabamda susturuyorlar beni. İçlerinde artık hiçbir şey kalmamış hikâyeler bunlar; sadece beni kolumdan çekiştirip kendi sessizliklerine çağıran, ellerime bulaşan, her bir susuşumu taşıyan.

Hatırlayalım istedim bu yazıda. Dileyenler tam bu noktada durup buradaki hikayelerime bir göz atabilir, onlardan bahsedeceğim size.

Bu isimler, bir zamanlar bitmemişlikleriyle beni zehirleyen arkadaşlıkların, iç içe geçmiş yüzlerin gölgeleri. Onlar, insanları anlama çabamın edebi kalıntılarıydı.
Başlayalım.

Vaveyla
Bir boğulma biçimiydi.
Nefessizlikten değil, duyulmaktan vazgeçmenin hücrelere işleyişinden.
Suda değil, anlaşılmamışlıkta boğuldu.
Adı, içsel bir çığlık: Vav — bükülen, içine çöken.
Kendisini ağır ağır kaybetti. Önce kırmızıyı bıraktı, sonra sarıyı. En son griye sığındı; çünkü orada görünmezdi.
Kokuları unuttu, çizgilerini unuttu, kelimelerini unuttu.
Ne tam kayboldu ne tam kavuştu. Kendini eksilterek yaşadı.
İntiharı son değil, yalnızca yeni bir sessiz paragraftı.
Arkasında kalan tek şey: keskin hatlarıyla dokunulmaz bir yüz, rüyada bile dokunulmaz.
Artık ona kimse “sus” demiyor; çünkü onu kimse duymuyor.
Kendi bile.

Efgan

Bastırılmış bir erkekliğin tortusu.
Güçlü görünüyordu.
Seçimlerinin arkasında duran bir figür gibiydi.
Ama aslında duygularından korktuğu için onları reddetti.
İnkârın vücut bulmuş hâliydi: “Ben suçlu değilim. Kendimi seçtim.”
En çok sorumluluktan kaçtı, utancı özgürlük maskesiyle örttü.
Kırmızı kapaklı defterde yarım kalmış bir susma vardı.
Vaveyla griye karıştığında, Efgan da bir renkten vazgeçti.
Toprakta buldukları palto, suskunluğun son hatırasıydı.
Ama o hâlâ konuşmaya çalıştı; toprağa, rüzgâra, kendine.
Hiç anlatamadı: ne zaman Vaveyla’yı susturduğunu, ne zaman soğuğun aralarına yerleştiğini.
Çok geçti.
Vaveyla gittiğinde, Efgan da sustu.
Ellerinde yalnızca toprak kaldı.

Onun hikâyesi, kaçarken ardında bıraktığı yangının dumanına bakmadan “yolunu bulan”ların öyküsüdür. Onu affetmek; aslında onu anlamaktan çok, onunla yaşayamamayı kabullenmektir.

Dilhun
Sevginin adı konmamış hâli.
Birine aşk ile değil, ritüelle bağlı olanlardan.
Her cumartesi, bir manolya saksısı bıraktı tanıştıkları kafenin önüne.
Çiçek değil, zamana bırakılmış bir dua.
Takıntılı yasının izleri, sayılarla dolu notlarda gizliydi.
Kaybetmemek için, hiç tam sahip olmadı.
O, söylenmemiş cümlelerin, yaşanmamış ihtimallerin çocuğuydu.

Kendini korumak için sevgisini geride bıraktı ama o sevgi çürüyüp sessizce kaldı. Çünkü sevgiyi ellerimizle tutup çıkaramayız içimizden, denedikçe sadece etrafa daha da bulaştırırız o kadar. Onu en iyi tanımlayan şey, o saksılardaki “gökyüzünden Vaveyla’ya kadar” cümlesiydi: sevgiyle mesafe arasına sıkışmış bir insanın haritası.

Hercai
Bir tekinsizlik.
Adı gibi, yönsüz.
Kaçış, çözüm değil tepkisiydi.
Travma sonrası yollara verip ruhunu sakladı.
Coşku ve çöküş arasında salınan, yüksek hassasiyetle dürtü çatışması yaşayan biri.
Hayatını “hayattayım” mesajlarına indirdi.

Yaşadığını sanan ama hayatta en büyük korkusu yaşamak olan bir zavallı. Onun hikâyesi, bağ kurmanın yükünden kaçıp teknolojik mesafeye sığınan yeni kuşak yalnızlıklarının sembolüdür. Hercai’nin ortadan kayboluşu bir istisna değil, artık kendi türünde sıradan bir savunma refleksi hâline geldi: Duygusal yoğunluk arttıkça sinyal zayıflar, ta ki artık çekmeyene kadar.

Visal

Tanık. Taşıyıcı. Çizgi.
Kelimeler yerine çizgilerle anlatan, dokunmadan seven.
Seçici mutizmi bir bozukluk değil, hayatta kalma stratejisiydi.
Başkalarının hikâyesini taşırken kendi hikâyesini yitirdi.
Defteri çizgilerle değil, eksiklerle doluydu.
Vaveyla silindikçe, Visal de eksildi.

Belki de bu yüzden en çok o acıyı hissediyordu: çünkü susan herkesin hikâyesi Visal’in çizgilerinde devam ediyordu. Ve size anlatılan sonda, onun ellerinde keskin bir kalemle değil, yoklukla çizilmiş portreler kaldı geriye. Her biri, hem kendisinin hem de başkalarının suskunluklarından doğan gölgeler.

 

Şimdi soruyorum kendime:

Neden hayatıma giren herkes kalıyor?

Giremeyenlerin hayaletlerini neden sahipleniyorum?

Gidenlerin yası neden içimde sonsuz?

Kaç kişilik yer var bende?

Kaç kişilik yer kaldı?

 

Hikâyelerimde mutlu son yok.

Son bile yok.

Yakından bakarsanız, başlangıç bile yok.

Ama sessizlik var.

Hep var.

Birbirine değmeden geçen bakışların, yarım kalmış cümlelerin, sokakta unutulan bir ezginin, notalarda saklı kalmış bir öpücüğün sessizliği.

İşte o sessizlik, son değil.

Devam.

 

Çünkü hikâyeler anlatılmak için değil, susmak için yazılır.

Ve biliyorsunuz, hiç kimse sonsuza kadar mutlu yaşamadı.

Ama sonsuza kadar sustular.

 

Benim hikâyem de farklı olmayacak.

Muhataplarım beni, sustuklarımdan hatırlayacak.

Umarım.



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.