Konuk Yazar : Damla Hıçkıran
̶ Hayatında aldığın en büyük ödül neydi? diye sordum.
̶ Nasıl bir şey mesela? Nasıl cevap vermeliyim? Maddi mi olmalı yoksa manevi mi? Pek de bir ödül
kazandığımı hatırlamıyorum.
̶ Yok, hayır. Yani nasıl istersen öyle cevap vermelisin. Aklımıza yerleşmiş teşvik amaçlı yapılan
okullardaki ödül törenlerinden ve televizyondaki şaşalı kırmızı halılardan bahsetmiyorum sadece.
Kazanma hissinden bahsediyorum. Kısacası sen ödülü nasıl tanımlarsan işte.
̶ Armağan da olabilir mi bu?
̶ Olabilir, neden olmasın ama bence bunu ayırt etmek gerek. Doğum gününde alınan bir hediyeyi ödül
olarak kabul edemeyiz muhtemelen.
̶ En büyük ödülüm sensin, dedi.
Babamla konuşmamız üzerine ödülün ne olduğunu düşünmeye başladım ve şöyle tanımlamayı tercih ettim
kendi sözlüğümde: kazanma hissini yaratan her şey. Farkında olarak veya olmayarak özveri gösterilen bir
alanda insana; kendisi, bir başkası veya tesadüfler tarafından sunulan bir an. Bazen gözleri dolduracak kadar
derin bir şükran ya da ruhu dolduran bir minnet, kimi zaman yeri daha çok emekle doldurulmaya çalışılan geç
kalınmış takdirleri nihayete erdiren bir nefes, kimi zaman gurur, içten içe yalnız yaşanan bir son bazen. Sadece
dilenen değil, edinilen bir his bu. Onu bu kadar değerli yapan elementlerin en önemlisi emek. Bu fenomenin
hissî karşılığının bir andan ibaret olmadığı da düşünceler arasında.
̶ Bence arkadaşlarım ve sevgilim tabii.
̶ Nasıl yani?
̶ Bir andan ibaret değil bence ödül. Mesela sevdiklerimin bana bahşettiği birer anı değil. Onlar ödül
olduğu için anlar var oluyor. İçimdeki kazanma hissini sevdiklerim yaşatıyor.
̶ Özümseyemedim dediklerini. Ödülün emek gerektirdiği düşünceme katılıyordun hani?
̶ En büyük emeği bu ilişkileri kurarken biz vermiyor muyuz?
Ödül bir meta olabilir mi yoksa insan kazanma başarısından edindiği gururu bir metaya mı yükler?
Arkadaşlarımdan bazıları bir süreç sonunda aldıkları armağanı ödül olarak anlamlandırıyorlar. Bu noktada
değerli bir yorumla karşılaştım: Zamana yönelik görecelilik.
̶ Bazen eşyaları anlamlandırmak, özellikle onları hatırlamak açısından etkili olduğundan kavramsal ve
maddi bir ödüle ihtiyaç duyarız. O ödülü almak, başarıyı kabullenmenin kolaylaştırıcı bir yoludur. Zaman
zaman kendimizi cezalandırmaktan çekinmeyen bizler, görünmez çabalarımız başkaları tarafından ortaya
çıkarıldığında biricikliğimizin farkına varırız. Sadece bu da değil, kendimizi anlamlandırmak ve değerli
hissetmek için teşviğe ihtiyacımız var.
̶ Aslında, haklısın. Ödül, neden-sonuç ilişkisidir ve doğru yolda olma hissini insana hatırlatarak yeni
yollara evrilmesi ya da yaptığı işte performansını arttırması için teşvik niteliğindedir. Teşvik ise doğru
yolda olmanın hatırlatıcısıdır, iyi hissettirir ve bu yüzden ödüldür.
Alınan ödül hak edilmediği hissine yenilirse bu sembollerin hepsine yenilir. İnsan cezalandırıldığı
zamanlardansa ödül aldığında etik mekanizmasını devreye sokar. Ödüllendirilirken kendi vicdanına
yenilmemek için kendi değerini etik terazisinde değerlendirmek ve emek ağırlığının galip gelmesi gerekir. En
değerli olan o element emektir.
Gelelim benim en büyük ödülüme. Birinci sınıftaydım. Parka gitmiştik. Kaydıraktan kayacakken babam
çağırdı. Arkadaşları ile sohbet ediyorlardı. Çok korktuğum o soru geldi. “6 kere 9?” 6 kere 6, 36. Tamam, sakin
ol. 54’tü galiba. Sustum. Cevap vermedim. Vallahi de aklımın ucuna gelmişti 54. Hatalıdır diye korkmuş ve
söyleyememiştim. Babam ilk önce güldü sonra sinirlenmeye başladı. Gözlerinde hayal kırıklığının ağır bastığı
alaycı bakışı bugün dahi unutmam. Kendisi öğretmeye çalışmıştı. Hâlâ öğrenememişim. Kızdı. Biraz bağırdı.
Bağırması çok önemli değildi. Ama bakışı… O bakışı hak edecek kadar başarısız olmamalıydım. Günün geri
kalanında ben artık parkta değildim. Artık zihnimi sonu gelmeyecek şekilde çalışma masasına hapsedecektim.
Öyle ki bazen babam benden daha az çalışmamı, çalışmak için gerilmememi tembihleyecek hatta bunu rica
edecekti. O gün parkta kaydırağın içine saklandım oynamaktan vazgeçerek. Ağlayamamıştım. Kaydırağın
içinde öylece kaldım.
İstanbul’a ilk gelişim. İlk boşluğumda ayaklarım beni Galata’ya götürmüştü. Yukarı çıktım. Gök
masmavi. Kuş seslerini duyuyorum. Kulağım belki ilk defa kendimde. İstanbul’un kirli havası değildi o gün
içime çektiğim. Ciğerlerim sanki o anı çekmişti de sonraki nefeslerimin sebebi olmuştu nefesim. Kafamı yukarı
kaldırıp göğe baktığımda artık yeni bir gök olduğunu fark ettim önümde. Aşağı bakıp insanları izlerken zaman
zaman dizlerim titreyerek de olsa attığım adımları hatırladım. Çok yüksek bir kule sayılmaz Galata ama benim
belki de o zamana kadar olan hayallerimin en yükseğiydi. Hezarfen gibi uçtum ben o gün Galata’dan. Şimdi
hangi kuleden uçmak istediğim belli değil ama kanatlarımı o gün taktım ben. Sonu yere çakılmak da olsa bir
kere uçtuğumu bilerek yaşayacağım diyebildim orada. O gün Galata’da 54 aklıma geldi. Kalbim sıkıştı. Sanki o
gün ben kendimi o kaydıraktan çıkardım da hadi gel birlikte oynayalım üzülme dedim. Elimi tuttum, birlikte
oyunlar oynadık.
Not: Bu yazıda büyük emekleri olan ve hayatımda oldukları için ödüllendirildiğimi hissettiğim; babam, annem,
Kürşat, Ada, Dilek, Samet ve yorumlarıyla katkı sunan arkadaşlarıma teşekkür ederim.