Konuk Yazar : Nilsu Sevinçli
Ergenliğimin doruklarında ergen distopyası türüne kendimi kaptırmıştım. Her şeyin başlangıcı. Bu merakımı besleyen, o dönem başka tür tüketmeyecek hale getiren bir kitaptı Açlık Oyunları, mıntıkalardan seçilmiş haraçların her yıl farklı konsepte ait bir arenada hayatta kalan son kişi olma mücadelelerini anlatıyordu. Böyle yazınca sadece heyecanlı bir hikâye vaat ediyormuş gibi dursa da kitap benim için hayatta kalmanın bile lüks olduğu bir arenaydı. Arena dışında olan bitene lüks içinde seyirci olan Capitol halkı için ise empati ve merhamet duygusu lüks olan bir dünyaya açılan kapıydı.
Karakterlere empatik yaklaştığımdan sanırım bazen kendimi hayatım için bahis oynanan bir arenadayken hayal ederdim. Ölümden kaçanların bir gösterinin parçası olması, hatta bazı karakterlerin ise sadece ödül kazanan kişi olmak için gösterinin bir parçası olmayı istemesi algımda yeni bir pencere açmıştı. Yaşamak ve kazanan olmak arasındaki ayrım bulanıklaşmaya başladı. Çizilen acımasız dünyada kazanmak hayatta kalmaktan daha önemli oldu. Arenadaki süreç sadece ödüle giden yoldu bazıları için.
Yazarın hikayeyi tasarlarken aslında geçmiş zamanlarda günlük hayatın bir parçası olan Roma’daki gladyatör dövüşlerinden ilham aldığını öğrendim. O zaman benim için şaşırtıcı olan bu bilgi bugün dünyanın hâline baktığımda şaşırtıcı gelmiyor.
Bu acımasız müsabakalar eski Romalılar için bir eğlence biçimiydi, oynanan bahisler ise ölüm kalım meseleydi. Gladyatörler aynı amaç için orada bulunuyor gibi dursa da aynı haraçlar gibi onların da motivasyonları farklılık gösteriyor. Bazıları efendilerinden koparak özgür olmak için savaşıyorken bazıları şan, şeref için ve bazıları ise sadece hayatta kalmak zorunda oldukları için savaştı.
Bu durum bir yandan aklıma Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini de getiriyor. Gladyatörler için en öncelikli konu insanın en temel ihtiyacı hayatta kalma ve güvenlikti. Bu ihtiyaç karşılandıktan sonra zafer ve tanınma yoluyla elde edilen saygı ve adının çağlar boyu anılacağını
Arenadaki seyirciler ise kraldan çok kralcı olabiliyordu. Ödülü kazanan kendileri değilken destekledikleri gladyatörlerin aldıkları sonuçlara kendilerini kaptırmışlardı. Fenomenler, spor takımları, politik figürler ve kurgusal karakterler gibi desteklediğimiz kişilerin başarılarından tezahürat harici salt bir emeğimiz bulunmasa bile mutlu olabiliyoruz. Bugün de Galatasaray şampiyon olduğu için mutluyum, esasında benim savaşım olmayan bir ödül için tatmin sağlayabiliyorum.
Peki ya aslında gladyatörü olmadığımız arenalardan çıksaydık, ödül kazanan kendimiz olmadığımız sürece mutlu olmayabilirdik. Ancak bazen ,de kendi arenamıza dönmemek için midir bilinmez, başka arenaların seyircisi olmaya kendimizi kaptırıyoruz. Kendimize ait ödülleri toplama vakti gelmedi mi?