Koşuyolu Maceraları 3: Bahçe
Mayıs 4, 2024
Limonata
Mayıs 4, 2024

Katlar ve Katmanlar

Aylak bir perşembe akşamı şehrin merkezindeki birahanede son bulmuştu. Orta Çağ’ın savaş, veba, ve kıtlıkla dolu dönemlerinde inşa edilen ve uzun yıllar depo olarak kullanılan bu bina; kalelere gerek olmadığının anlaşıldığı yıllarda halkı da teskin etmek amacıyla birahaneye dönüştürülmüştü. Depo olarak kullanılacağından camsız, ışıksız yapılmış binanın birahane olunca ışıklandırılması gerekmişti. Bu işin dönemin ileri gelen kandil tüccarlarına havale edilmesine ve görevlilerin bir miktar parayı araklamalarına halktan pek kimse de ses çıkarmamıştı. Sonuçta eğlenebilecekleri büyük bir bina vardı artık.

Kahramanımız Bay T. bu birahaneyi çok severdi. Çürümüş kolonlar, iyi havalandırılmadığı için masa örtülerine sinen bayık bira kokusu ve beyaz önlüğüne sürekli bir şeylerin lekesi bulaşan sünepe garson ona hayattan sıyrılma imkânı verirdi. O, çoğunlukla yalnız başına gelir, sarhoş olmayacak kadar bira içer, ısmarladığı tuzlu fıstıkların kabuklarını eze eze zaman geçirirdi. Aslında haftanın tek günlerinde gelmeyi âdet edinmişti ama bugün, birahanenin önündeki balık pazarı esnafıyla laflarken denk geldiği arkadaşlarının gönlünü hoş edesi tutmuştu.

Böyle rastgele toplantıları bilirsiniz. Herkes hayatında olup biteni anlatır, birkaç bel altı, diz üstü espri yapılır ve daha sonra herkes içkisine gömülerek uzaklara dalar. Bay T, bu sefer sohbetten pek hızlı sıkılmıştı. Hızlıca çevresindeki insanları incelemeye girişti. Çaprazlarındaki masada bir kadın ve bir erkek oturuyordu. Adam neşeli neşeli bir şeyler anlatıyor, Tanrı bilir ne kadarı yalandır, kadın da ağzının kenarında bir tebessümle dinliyordu.

İnsan ilişkileri üzerine düşünmek istedi Bay T, ama olmadı. Düşünceleri kendine döndü. O, yalnızlığı seçmişti, başıboşluğu ve serseriliği… “Kimsenin buyruğu altına giremem ben!” derdi. “Çoraplarım yerde atılı olacak, kafama estiği zaman yiyecek, kafama estiği zaman eğleneceğim.” Fena mı olurdu diye düşündüğü de olurdu bazen. Kim bilir şu adam ne kadar mesuttur. Öyle ya, yalanlarına inanan dahası bunlara şahit olmaya gönüllü bir âdem vardı etrafında. “Ne büyük bahtiyarlık.” diye düşündü. Kadını süzdü. Hastalıklı derecede sıskaydı. Avurtları çökmüş, derisi kafatasına yapışmıştı. Omuzları komik denecek kadar dardı. Üstüne giydiği daracık elbise ancak bir çocuğun sığabileceği büyüklükteydi. Çelimsiz bacakları üzerindeki ipek çoraplar davetkâr olmak şöyle dursun insanı endişeye sevk ediyordu. Ama yine de Bay T. bu tabloya özenmekten, bir yerlere kök salmayı kutsamaktan kendini alamadı. Derince iç çekti ama verdiği nefesi geri alamadı. Boğulduğunu düşündü önce ama sonra bunun yalnızca bir his olduğunu anladı. Dışarıda bir şeylerin onu çağırdığını fark etti ve müsaade isteyerek kalktı.

Bir süre gördüğü kadını düşünerek şehrin sokaklarında yol aldı. İnsanları, ilişkileri ve kendi hayatını düşündü. Çevresindeki hiç kimse verdiği kararlardan memnun değildi. Herkes bir başkasının hayatına özlem duyuyordu. Gözlerini yukarı dikti, “Yok mu bu yaşam ızdırabını dindirecek bir şey?” dedi. Kafasını yukarı kaldırınca bir binadan ilginç projeksiyon ışıklarının yayıldığını gördü. Ne olduğunu anlamak için ışığın geldiği yöne doğru yürüdü. Çok geçmeden ışığın kaynağının şehrin sanat müzesi olduğunu anladı. Bir memleketin kültür alanında ileride olup olmadığını anlamanın en kolay yolu gece açık kalan ve türlü ışık oyunlarıyla misafirlerini cezbeden müzelerin varlığıdır. Müzenin açık oluşu Bay T.’nin çok hoşuna gitti. Çocuklarının başarıları karşısında gururlanan bir baba gibi baktı müzeye. “Ne güzel uyuşturucu şu sanat!” diye düşündü.

Üzerinde altın işlemeler olan cam bir kapıdan içeri girdi. İlk kattaki kırmızı hol ilgisini çekmedi. Tiksinti bildiren bir surat ifadesiyle merdivenin yolunu tuttu. İkinci katta Romantik Dönem sanatçılarının eserleri vardı. Yavaşça ilerlemeye başladı ve ekledi: “Bakalım bize söyleyecek neyiniz var?”

İlkin eserleri oldukça vakur ve kibirli bir tavırla ziyaret ediyordu. Elleri karnının hemen altında birleşmiş, bunları da eserden sayıp göz nurumuzu israf ettiriyorlar der gibi bir havayla yürüyordu. Tam romantiklerden ümidini kestiği sırada “Sardanapal’ın Ölümü” adlı tabloyu gördü. Bu resimde kendisini çeken bir şeyler vardı. Duraksadı önce, sonra dua eden bir Hristiyan gibi ellerini göğsünde birleştirdi. Geriye doğru birkaç adım attı, istemeden de olsa arkasındaki banka oturuverdi. Beyninde Franz Liszt’in Sardanapal Operası çalmaya başladı. Başlangıcındaki o hız, o davetkârlık, ruhunu öylesine ele geçirdi ki kendinden geçtiğini hissetti. Rahatladı, bankta yayılarak oturmaya başladı. Yaşadığı büyük hazlar gözünün önünden geçti. İçinin gıdıklandığını fark edip gülümsedi. Bacaklarını birbirine kavuşturup muzip bir çocuk gibi etrafa bakmaya başladı. Ancak bu muzipçe hâli uzun sürmedi. Operanın henüz Oh Del Tetto Paterno (Ah, babamın (evinin) çatısı) kısmı daha yeni başlamıştı ki koca müzenin çatısı, binanın kafasını örten külah, şiddetli bir gürültü ile uçtu. İlahi bir el külahı kafadan ayırmış gibiydi. Panikleyen Bay T. bir an önce bir şeyler yapması gerektiğini anlamıştı. Kendisini operanın kaosuna teslim edemezdi, ilahi yıldırımlar kendisine yönelirse saklanabileceği hiçbir yer yoktu. Koca holde yalnız küçücük banklar ve tablolar vardı. Bu yalnızlığın kalbini sıkıştırdığını hissetti. Bir yardım eli, güvenebileceği bir insan aradı. Ancak yalnızdı, kaçışan insanların çığlıklarından başka insan namına hiçbir şey bulamadı. Aklına tablonun arkasına saklanma fikri geldi. Cam mahfaza içerisindeki resme tam ulaşacakken yerdeki küçük basamağa takıldı ve tablonun içine düştü.

Kral Sardanapal’ın ölümüne tanıklık ediyordu. Boğazlanan kadınlar, el değmemiş mücevherler ve emirleri yerine getiren askerler… İşte hepsi oradaydı. Ancak aklını karıştırmasa iyi ederdi, kendisini de Sardanapal’ın kölesi sanıp öldürebilirlerdi. Yatağın köşesindeki fil figürünün kulaklarının oynadığını fark etti. Sanki fil, hareketleriyle onun hayatını kurtarmak istiyordu. Kimseye sezdirmeden parmak uçlarında yürüyerek bir yandan küçülmeye de çalışarak altın fil’in kulaklarından içeri girdi.

Bay T. kendisini toprak bir alanda yatarken buldu. Bir yokuşun başındaydı. Gün yeni ışıyor, doğa kendine geliyordu. Önünde uçsuz bucaksız bir manzara, ardında ise aşılmış uzun yollar görüyordu. Başına girmiş olan ağrı zihnini bulandırsa da her şeyi olduğu gibi gördüğünden emindi. Ayağa kalkmak için hamle yaptığında sol bacağındaki zincirleri fark etti. Kaval kemiğinin bittiği yere sıkıca bağlanmış olan bu zincirler, bir adamla kendisini bağlıyordu. Hapishane gardiyanlarına benzeyen bu dediğim dedik çaldığım düdük herif, eliyle çift başlı bir köpeğin tasmasını tutuyordu. Üstünde hangi çağdan olduğu belli olmayan karmen kırmızısı bir üniforma vardı. Kolunda, yüzünde ve sırtında daha önce girdiği kavgalardan aldığı izleri taşıyan bu adamın bir zamanlar asker olduğu yüzündeki kararlılıktan belliydi. Sardanapal’ın askerlerinden biri miydi acaba bu adam? Canını almaya mı gelmişti?

—Kalk! dedi. Gitmemiz gereken yerler var.
—B b ben Sardanapal’ın kölesi değilim. Hatta onunla aynı çağdan bile değilim. Ne olur bırakın beni! Yalvarırım canımı bağışlayın gideyim.

Gardiyan kılıklı herifin ayaklarına kapanan Bay T, hıçkırarak ağlıyor ve hayatının bağışlanmasını diliyordu. Bay T, hiçbir zaman cesur bir adam olamamıştı belki evet, ama ilk kez yaşam hakkı için birinin ayaklarına kapanıyordu. Bu kadar düştüğüne ve ölümden bu denli korktuğuna kendisi bile şaştı. Büyük bir hışımla Bay T’yi ayağa kaldıran gardiyan:

İsmim Orhan, Sardunya bilmem kimi tanımam. Seni korumak için yanındayım. Zincirlenmiş olmanın sebebi kaçıp başını derde sokmanı istememem. Şimdi yürümeye başlasan iyi edersin, gün batmadan gideceğimiz yere varmalıyız.
Birlikte yürümeye başladılar. Orhan büyük bir kıvraklıkla yolun kenarındaki asa benzeri dalı eline aldı. Onu Bay T’ye uzatarak:

— Al bunu. Kişinin elinde bir mihenk taşı olmalı. İki kere ikim dört ediyor diyebilmelisin. Gözlerini kıstı, Bay T’ye yaklaşarak kulağına fısıldadı:

— İki kere ikim her şart ve koşulda dört ediyor diyebilmelisin. Bu asa elinde oldukça ve sen onu yere vurabildikçe iki kere ikin dört eder. Üç değil, beş değil.
“Nereden çattık şu adama” diye düşünüyordu Bay T. “Hayır, evinde yat. Senin neyine gece gece müzeye gitmek. Evinde otur, arkadaşlarınla bira iç, ne bileyim sinemaya git. Bok vardı da gittin müzeye. Al sana sanat, al sana uyuşturucu. Uzaklaştın mı dertlerinden dangalak herif? Şu başımıza gelenlere bak. Tanrı bilir neredeyim. Dağ başıymış da gitmemiz gereken yerler varmış da bilmem ne. Ah şu çam yarmasının başına bir şey gelse, ölse de kurtulsam.”

Herif ne dendiğini anlamış gibi ters ters Bay T’nin suratına baktı. Bay T. utandığını belli etmeden haklı olduğunu düşünüyormuşçasına imalı imalı iç çekti.

Yürüye yürüye vadi benzeri bir yere geldiler. Lakin aşmaları gereken bir nehir vardı. Ayakkabılarını çıkardılar, paçalarını sıvadılar ve karşıya geçmeye başladılar. Tam karaya ulaşacakları sırada suda bir timsah belirdi. Bay T’nin elindeki asayı alıp timsahın kafasına indiren Orhan, hayvanı sersemletmeyi başarmıştı. Sudan geçecekleri sırada ne olur ne olmaz diye çözüp beline bağladığı köpek zincirini suya vurup timsahı korkutmak için kullanıyordu. Köpek ise haybeye havlıyor, Bay T’ye ölüm korkusunu hatırlatıyordu. Orhan’ın kendisini hareket etmek zorunda bırakan sert adımları olmasa kımıldayamayacak, nehrin ortasında kalakalacaktı. Asayı son kez kafasına yiyen timsah, gerisin geri kaçarak nehrin suları içerisinde yok oldu. Bay T, nehri geçer geçmez olduğu yere yığıldı. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, elini kalbine koyarak sakinleşmeye çalışıyordu. Gözünün önü kararmıştı ve vücudu zangır zangır titriyordu. Orhan’ın da dinlenmeye ihtiyacı olduğundan bir süre onun da oturması için müsaade etti. Yeterince beklediklerini düşündüğünde:

— Kalk! dedi, Geç kalıyoruz.

Bay T. de birçokları gibi nereye geç kaldığını anlamamıştı ama bir emirle yürüyordu işte. Bu sefer emre itaatsizlik edecek durumda da değildi. Hatta Orhan’dan kurtulmak istemesini bile utançla hatırlıyordu. O olmasa başına gelebilecekleri düşünmek bile istemiyordu. Ama kimdi bu adam? Onu kim göndermişti? Nereye gidiyorlardı? Derin bir of çekip yola baktı.

Bay T’nin kendine geldiğini fark eden Orhan, asayı ona geri verdi. Timsahın dişlerinden biri asanın üzerinde kalmıştı. “Bak” dedi, “Mihenk değişti. Ama hâlâ senin, ve hâlâ iki kere ikin bu mihenkle dört ediyor.”

Biraz daha yürüdükten sonra çift başlı köpek ulumaya başladı. Gündüz gözüyle acayip karşılanacak bu uluma sesi insan ürperten cinstendi. Bay T. bir çoban olduğunu hayal etti. Ne yapardı sürüsüne böylesi bir köpek saldırsaydı? Çiftçi olduğunu hayal etti, ne yapardı bir haydut grubu bu köpeklerle tarlasına saldırsaydı? Köpek uludukça çaresiz hissetti, aç hissetti, korktu.

Orhan tok sesiyle bağırdı:

— Yemek yiyeceğiz!

— Yiyelim yemesine ama ne yiyeceğiz, şu sapa ormanlarda?

— Gel benimle, avlanacağız.

Bay T’nin içine sıkıntı düştü. Et yiyordu yemesine ama hiç bir hayvanın öldürüldüğünü görmemişti ki… İtiraz edecek gibi ağzının kenarıyla belli belirsiz mırıldandı:

— Hayvan öldürmesek de yemişlerden mi yesek? Hem daha kolay olur hem de kandı irindi uğraşmayız. Olmaz mı?

Söylenenleri anlamış gibi ulumaya başlayan köpek yine aynı açlık korkusunu bu sefer ikisinin de içine işletmişti.

— Çok konuşma da yürü. Köpek ne yiyecek? Elma yiyen köpek gördün mü hiç?

Bu cevaba bozulmuştu. Ama hayatını kurtaran bir adamla da arasını iyi tutmak istiyordu. Muzipçe sordu:

— Bir isim koydun mu köpeğine? İsmi hak edecek kadar yiğit görünüyor.

— Adı, Kıtmir-i Kuzah. Ben koymadım, birileri koymuş. Çoktan büyümüştü, eğitimliydi bana geldiğinde. Şimdiye kadar bir yiğitliğini görmedim ama doğru ellerde iyi bir dosttur, göklerin hediyesidir.

Bu sözler üzerine siniri bozuldu ve ağız dolusu gülmeye başladı. Ne saçma isim, ne saçma bir hikâyeydi bu böyle. “Şşşt!” dedi Orhan, “Gürültülü olacak sıra değil her an bir hayvanla karşılaşabiliriz.”

Hakikaten biraz sonra karşılarında bir ceylan gördüler. O kadar masum, o kadar güzel bir ceylandı ki bu, Bay T. koşup ceylanı öpmek istedi. Orhan yavaşça Bay T’nin elindeki asayı aldı ve hükümran bir tavırla ona olduğu yerde kalmasını işaret etti. Bay T. yine dondu, acı içerisinde olduğu yere kıvrıldı. Kan görecek olmaktan, bu minicik hayvanın can çekişmesini görmekten korkuyordu. Orhan aynı anda ceylanın soluna bir taş sağına da asa fırlattı. Amacı ceylanı taştan kaçırıp asayla vurmaktı. Ancak ceylan asanın geldiği yöne doğru kaçmak yerine ormanın derinliklerine kaçtı. Taşların üstünde sekerek gözden kayboldu. Orhan da büyük bir hışımla asayı yerinden aldı. Dişlerini sıkarak Bay T’ye döndü:

— Bak! Mihengin toz toprak içinde. İki kere ikin dört etsin!

Yeni bir av bulabilmek için ayağa kalkan Orhan, kontrolü kaybetmiş gibiydi. Hızlı hızlı yürüyor, Bay T’yi yeterince hızlı olmamakla suçluyordu. Yüzünden çaresiz hissettiği belli olan bu iri yarı adam, attığı asa avını bulmayınca çocuklaşmıştı.

Bay T. ise iyice yorulmuştu. Hem yürüdüğünden hem de ayağındaki zincirin sıkılığından bunalmıştı. Tüm bunlar yetmiyor gibi şu içine şeytan kaçmış gibi uluyan köpeğin varlığı da onu çok huzursuz hissettiriyordu. Kuş olup uçmak, bu cendereden kaçmak istiyordu. Geçmiş, gelecek, uzak ülkeler… Her ne olursa olsun bir çıkış yolu açılsaydı da önüne, bu dünyadan ah bir kaçabilseydi. Uzun uzun düşüncelerdeyken ayağı bir şeye takıldı. O sendeleyince Orhan da dikkat kesildi. Yerde bir geyik ölüsü yatıyordu. Orhan hemen geyiğin gözlerine baktı. Gözlerinin pek de donuk olmadığını anlayınca yavaşça gülümsedi. Eliyle sıcaklığına baktı. Burnundan derince nefes aldı ve dişlerinin arasından gülümseyerek “İyi.” dedi.

Bay T’nin midesi bulanmıştı. Elini karnıyla kalbinin arasında koyarak bulantısını bastırmak istiyordu. Bu kadarının da yapılması onu sinirlendirmişti artık. Ne olurdu bir öğün yemek yemese insan? Ölürler miydi? Karşılarına çıkan ve hangi hastalık yüzünden öldüğünü bile bilmedikleri bir hayvanı kemirecek kadar zavallı durumda mı bulunuyorlardı? Cesaretini toplayıp sordu:

— Leş mi yiyeceğiz yani? Allah bilir hangi hastalığı vardı da öldü hayvancağız. Biz de mi hastalanalım?

— Laşe ya da taze. Bunu düşünecek hâlde miyiz? Karşımıza ne çıkacağını bilmiyoruz. Her yerden tehlike akıyor. Şehirli düşüncelerin sırası değil. Ya zıkkımlanırsın ya da Kuzah’ın bir sonraki yemeği sen olursun.

— Aptal mısın sen? Her şeyi siyah ya da beyaz görmek zorunda mı hissediyorsun kendini? Bu leşten köpeğe veririz biz de ağaçların yemişlerinden yeriz. Neden üçümüz de aynı şeyi yapmak zorunda oluyormuşuz? Uğursuz uğursuz uluyup duruyor zaten. Ne nereye gittiğimiz belli, ne de ne bok yediğimiz.

Orhan şaşırmıştı. Hem Bay T’nin bu kadar cesurca ses yükseltmesine hem de hiç düşünmediği bir ihtimalin varlığına… Evet, farklı şeyler yiyebileceklerini hiç düşünmemişti. Kabul etti. Bir ateş yakıp başına Bay T’yi oturttu. Bay T’nin ayağındaki zinciri çözüp Kuzah’ı da ağacın birine bağlayıp ormanın içinde kayboldu. Yaprak ve ağaç dallarından sepet benzeri bir şey yapıp geyiğin diğer bacaklarını ve yemişleri içine koyacaktı.

Bay T. orada inanılmaz bir şey keşfetti. Bu zabiti kandırmak mümkündü. Onun sinirini yönetebilirse hem elinin altında güçlü bir asker olacaktı hem de yolculuk kendi istekleri doğrultusunda akacaktı. Tek yapması gereken onun sinirlerini hoplatmadan onu kandırmaktı. Elindeki küçük dal parçasıyla yanmakta olan kora vurup fısıldadı:

“Yönetmek mümkün!”

Bay T. gökyüzüne bakarak düşünmeye başladı. Aklına çeşitli hinlikler geliyordu. Artık konu kendisini rahatlatmaktan çıkmış, Orhan’ı kullanmaya dönmüştü. Orhan’ı güreşçi olarak yetiştirip para kazanmaktan, gayrinizami bir lejyoner birliği kurup başına Orhan’ı geçirmeye kadar türlü para kazanma yolları aklına gelmişti. “Benim ağzım laf yapar zaten.” diye düşünüyordu, “Bu yolculuktan sonra da benimle gelmeye ikna ederim onu.” Kurduğu hayallerin zevkiyle sırıtıyordu. Ancak tam geyik budunu ateşten alacakken Kuzah’ın kendisine baktığını gördü. Ne olmuştu? Düşüncelerini anlamış mıydı bu köpek? Utançtan kızaran Bay T. rakibini tartmak isteyen bir münazır gibi imalı imalı köpeğin suratına baktı. Sezmişti işte köpek. Orhan’ı çağırmak ister gibi sık sık havlamaya ve olduğu yerde dört dönmeye başladı.

Bay T’nin önce elleri titredi. “Ya foyam ortaya çıkar da Orhan beni ormanın ortasında bırakırsa ne olur” diye düşündü. Sonra aklından şimşek gibi belli belirsiz bir düşünce geçti. Bu bir vehimdi ve Kuzah’ın hiçbir şey anladığı yoktu. Yalnızca kokudan etin piştiğini anlamıştı ve yemek istiyordu. Derin bir oh çekti. Aklıyla gurur duydu. Sonra köpeğe döndü, madem emir kendisindeydi, kimin ne zaman yemek yiyeceğine de kendisi karar verirdi: “Hayır! Bunun sırası değil.” Asasını eline aldı ve “Sonra Kuzah!” dedi “Sonra yemek yiyeceksin. Dayanamayacak kadar aç değilsin, otur oturduğun yerde. Sen bana hizmetçisin, ben sana değil.”

Üstünde timsah dişi, geyik kanı ve toprak bulunan bu asa bu sefer gerçekten mihengi olmuştu. Ayağa kalktı ve bağırdı:

“İki kere ikim dört ediyor. İki kere ikim dört ediyor! Döört!”

Kuzah sakinleşip yerine oturdu. Bay T. de zaferini kutlamak istercesine ateşin etrafında birkaç kere tur attı. Ateşin yalımlarında asasını inceledi. Son şovunda asanın üzerine bulaşan çimen lekesini yavaşça okşayarak fısıldadı:

“Bu benim ilk galibiyetim.”

Biraz bekledikten sonra eti Kuzah’a verdi. Köpeğin eti bitirmek üzere olduğu sırada Orhan çıkageldi. Elinde muntazam örülmüş iki sepet vardı.

“Şuna pişirdiğin etleri koy, diğerine de yolda rast geldiğimiz yemişleri koyarız. Ben biraz çilek ve dut toplayıp içine koydum. Yolda yürürken yiyebiliriz ama daha fazla zaman kaybetmeyelim haydi.”

Bay T. denilenleri yaparken bir taraftan da Orhan’ı süzüyordu. O, tecrübesi olan alanlarda yöneten kişi olmayı ve karar vermeyi seviyordu. Peki ya fikri olmayan konular karşısına çıkarsa, o zaman da ceylanı vuramadığı zamanda olduğu gibi sinirlenir, çocuklaşır mıydı?

“Aslında Orhan hepimizden bir parça.” diye söylendi içinden ve ekledi:

— Sadece bu tek parçalık hâlini o kadar iyi yapıyor ki ortaya karikatürize bir figür çıkıyor. Karikatür Orhan seni.

Bu benzetme hoşuna gitmişti. İçinden karikatür Orhan diye tekrar ederken çok gülmüş olacak, Orhan ona dönerek:

— Neye gülüyorsun be adam, gecikmiş olmamıza mı? Gece üstümüze geçsin de görürüm ben seni.

Cevap verme ihtiyacı hissetmedi. Sadece onu yönetmek için onun gönlünü hoş etmesi gerektiğini biliyordu. Önce kısa bir bekleyişle Orhan’ın sinirini geçiştirdi, daha sonra lafa girdi:

— Yanımızda olman ne büyük şans diye düşünüyorum Orhan. Şimdiye kadar başımıza gelen onca şeyden kurtulabilmemizin en büyük sebebi senin atikliğin.

Bu sözler Orhan’ın hoşuna gitmişti. Pohpohlanan insanlara özgü bir şımarıklıkla yürümeye başladı. Gözlerinin kısıklığı gitti, ses tonu eski kalınlığını yitirdi, mülayim bir hal aldı. Uzaklara bakarak gülümsüyor hatta neredeyse sekerek yürüyordu.

Bu hâl vadinin çıkışına yaklaşana dek devam etti. Çıkışa yaklaştıklarında tırmanmaları gereken küçük bir kayalık vardı. Orhan, Bay T’ye kayaya tırmanmasında yardım etti. Bay T. yukarı çıktıktan sonra sepetini ve asasını yanına aldı. Geçme sırası tam Orhan’dayken çevik bir su samuru sepetin içindeki butlardan birini çaldı. Kuzah havlamaya başladıysa da su samurunun ağzından eti almaya heveslenmedi. Bay T. bu sefer Kuzah’ın havlamasından korkmadı, eti alabilmek için elindeki asayı savurdu. Hamle yaptı yapmasına ama asa samura gideceğine samurun hemen altındaki kaya parçasına çarptı ve asanın alt kısmı parçalandı. Yukarı çıkmak için acele eden Orhansa dengesini kaybedip düştü. Su samuru gözden kaybolurken Orhan’ın kaşından kan sızıyordu.

Orhan, üstündeki sersemliği atlatıp yukarı çıktığında yüzü sinirden mosmor kesilmişti. Bağırıyor, çağırıyor türlü küfürler savurarak kendini suçluyordu. Hakaret kesmeyince bu sefer kendini yumruklamaya başladı. Orhan’ın bu ölçüsüz şiddet gösterisinden yorgun düştüğü anı bekleyen Bay T. gülümseyerek araya girdi:

— Sorun değil Orhan. Altı üstü bir but kaybettik. Zaten Tanrı vergisi bir geyik leşiydi elimizdeki. Geyiği bulduğumuzda bacaklarından birini su samuru kemiriyor olsaydı onu pişirmeye kalkmayacaktık. Hem artık vadiden de çıktık. Daha fazla yiyecek bulma şansımız olacak. Kendini hırpalaman o budu getirmeyeceği gibi ileride başımıza gelebilecek tehlikelere karşı da gardımızı düşürüyor. Haydi ayağa kalk, yolumuzu tamamlayalım.

Orhan minnet içerisinde Bay T.’ye baktı. Elini dostça onun omzuna koydu ve hayatında belki de ilk defa anlaşılmış olmanın hazzını tattı.

Yolun devamında hiç konuşmadılar. Orhan, Bay T’nin dediklerinden çok etkilendi ve yol boyu onu düşündü. Bay T. ise hayatında ilk defa ağzına ilk gelen şeyi söylememeyi başarmış olmanın gururunu yaşıyordu. Hava kararırken irice bir köstebek deliğinin başına geldiler. Orhan eliyle işaret etti:

— İşte geldik. Seni getirmeye memur olduğum yer burasıydı. Buradan sonra artık tek başınasın. Haydi dostum, yolun açık olsun! Muhafızın ve dostun olmak büyük bir zevkti.

Bay T. hiç itiraz etmedi. Bu delikten de geçebileceğini biliyordu. Orhan’ın elini sıktı. Orhan’ın köpeği Kuzah ise Bay T’nin ondan korkmadığı ilk andan beri küçüle küçüle en sonunda belki bir köpek yavrusu kadar kalmıştı. Bay T. onun başını okşadı ve öptü. Asasına uzun uzun baktı, üzerindeki izleri inceledi. Nihayet onu da deliğin hemen dışında bıraktı ve delikten aşağı süzüldü.

Bu sefer iki katlı taştan geniş bir evin bahçesine açılmıştı delik. Bu bahçede sevimli hayvanlar koşuşturuyor ortasındaki havuzda çocuklar oynuyordu. Kısa ve tahtadan yapılmış çitlerle çevrili bahçenin girişinde görkemli bir lamba vardı. Bay T. yavaşça eve girdi. Girer girmez önünde bir merdiven ve diğer odalara geçebileceği koridor gördü. O, yukarı çıkmayı seçti.

Yukarı çıktığında girdiği ilk odada sehpanın üstünde bir mumluk vardı. Erimiş mumun içinde iki japon balığı yüzüyordu. Bay T’nin balıklara baktığı sırada balıklar birbirlerine öylesine yaklaştılar ve hızla dönmeye başladılar ki gördüklerinden başı döndü. Elinde olmayarak geriye doğru iki adım attı. Sırtını bir sobaya çarptı. Canı acımıştı. Neye çarptığını anlamak için sinirle arkasına döndüyse de artık işlevsizleşmiş bu alete şefkatle baktı. Sobanın kapağını açtığında ufalanmış ve ise bulanmış kemikler gördü. Parmağıyla bu kemiklere dokundu. Eline çalınan isi kendinden emin bir şekilde duvara sildi.

Bu odada yapacağı bir şey kalmadığını düşünerek yeniden koridora çıktı.

Bir sonraki oda üçgen şeklindeydi. Camı tuğlalarla tamamen kapatılmıştı. Perde diye çeşitli asmalar, sarmaşıklar çekilmiş, odaya ışık girmesi büsbütün engellenmişti. Bay T. endişeyle sordu: “Neden burası, neden bunca özenle kapatılmış?”

Parmağıyla yaktığı şamdanla odayı incelemeye koyuldu. Odanın üç kenarı boyunca iki sıra raf uzanıyordu. Her bir rafta yedi tane olmak üzere toplam kırk iki küçük biblo bulunuyordu. Ezoterik bir dinin önemsediği ve lanetlediği mefhumları gösterdiğine yordu bu küçük eşyaları. Üsttekiler lanetlenenler ve alttakiler kutsananlar.

Bu odadan da dışarı çıktı, bir sonraki oda altıgen biçimindeydi. Tam merkezinde büyük bir televizyon vardı. Odadaki her bir köşeye eşyalar lalettayin saçılmıştı. Bay T. televizyona yaklaştı. Televizyonun ekranı dörde bölünmüştü. Her birinde başka bir film gösterimdeydi. Filmlerden ilkinde venüsten aya, oradan da yıldızlara basarak dünyaya inen bir perinin kurtardığı insanlık; Diğerinde ise zengin bir baronun yakılması törenindeki papaz vardı. Tabii ölen adamın hazinesinin küçük bir kısmını da halka dağıtmayı ihmal etmeden… Üçüncü filmde Azrail ya da ölümün somutlaşmış yüzü; genç kimselerin canlarını alıyor, onları yaşamdan ayırıyordu. Son film ise her şeyden kaçarak dağlara çekilmiş keşişin hikâyesini anlatıyordu.

Bay T. bu filmlere ürpererek baktı. Kendini çıplak hissetti. Ellerini kafasının arasına aldı. Yere çöktü, titreyerek ağlamaya başladı. Sanki hayattaki bütün korkuları önüne çıkmıştı. Kendinden korkup başına geleceklere karşı çaresizliğinden ürperdi. Ağlarken belli belirsiz dualar okuyor, birilerinden yardım dileniyordu. Artık gözlerinden yaş akmayacak olduğunda ayağa kalktı. Biraz olsun teselli bulabilmek için pencereden dışarı baktı. Oynayan çocukları ve sevimli hayvanları görmeyi bekliyordu.

Dışarıya baktığında güneşin renginin kan kırmızıya döndüğünü, hayvanların birbirlerine girdiklerini gördü. Biraz önce uyumla dans eden hayvanların şimdi bağırsaklarını ve kemiklerini görüyordu. Çocuklardan hâlâ kaçabilecek durumda olanlar bağırarak bahçeden uzaklaşıyor diğerleri ise şaşkınca başlarına geleceği bekliyorlardı.

Bay T. olan biteni anlamıştı. Ayağa kalktı ve son odaya gitti. Bu oda oldukça eskiydi. Tahtalarından bazıları kopmuştu ve alt kat gözüküyordu. Duvardaki küfleri kapatmak için üst üste yapıştırılmış ancak çoktan soyulmuş duvar kağıtları odanın eski sahiplerinin bir zamanlar burayı önemsediklerini gösteriyordu.

Bay T. derin bir nefes aldı ve odadaki tek eşya olan aynanın karşısına geçti. Aynada kendisiyle yüzleşmeyi beklerken belki yıllardır görmediği bir arkadaşını gördü. Bu Bayan T. idi. Lise yıllarında ergenlik dertlerini paylaştıkları ve yalnızca ona ihtiyacı olduğunda aradığı bir arkadaşıydı. Aradan geçen bunca yılda birbirlerini unutmuşlardı. Bay T. dik dik Bayan T’nin gözlerine baktı. “Neden aynada onu görüyorum?” diye düşündü. Bayan T. aynadan dışarı bir adım attı. Küçümser bir bakışla gülümsedi ve sol kolunu hızlıca kaldırıp indirdi. Bu, aralarındaki bir çeşit selamlaşmaydı. Bay T. selamı almak için sağ kolunu kaldıracak oldu ama sağ kolunun koptuğunu fark etti. Hiç acı duymamıştı. Sadece bir kere yutkunmakla yetindi. Yutkunduğunu gören Bayan T. aynanın içine girerek kayboldu.

Bu, bünyesine ağır gelen bir yutkunmaydı. Nefes alamadığını ve gözlerinin önünün karardığını hissetti. Ah ne olmuştu şimdi? Biraz ferahlık bulabilmek umuduyla odadaki merdiveni tırmanarak çatı katına çıktı. Burada kocaman bir pencere vardı. Bay T’nin vücudunu temiz havaya ulaşabilmek arzusu kapladı. Tam pencereyi açacakken odanın kenarına pusmuş olan çocuk ona vurmaya başladı. Bay T. anlam veremeyerek döndü:

— Pencere açacağım. Hava alsak güzel olmaz mı?

— Annem yasak. Annem yasak.

— Annen pencerenin açılmasını mı yasakladı? Ama hiçbir şey olmaz ki biraz açsak. — Annem kızar. Annem kızar.

Bay T. bu sinir bozucu çocuğa şefkatle baktı. Artık nefesi de daralmıyordu. Saçlarını yavaşça okşadı:

“Artık güvendesin çocuk, hadi oyun oyna.”

Çocuk dışarı çıktı. Ürpertici yalnızlığıyla baş başa kalan Bay T. diz çöktü ve yukarıya doğru fısıldadı:

“Bitti, bu sefer gerçekten bitti.”

Ahmet Hamdi Tanpınar’a sevgi ve saygıyla…



Paylaşmak Güzeldir:

Burhan Kibar
Burhan Kibar
Kendisini meraklı bir kimse olarak tanımlar. Okumaktan, öğrenmekten, tanışmaktan ve keşiflere çıkmaktan hoşlanır. Bunlardan arta kalan zamanında Münih Teknik'te yüksek lisans öğrenciliği yapıyor. Boğaziçi İşletme'den mezun. Okulunu şu an olduğu kişi açısından vazgeçilmez görüyor. Seyahat etmeyi, yeni kültürlerle tanışmayı ve onları anlamaya çalışmayı kişisel gelişim için vazgeçilmez görüyor. Kendini tanıma yolculuğundan ve yazmaktan da ekstra keyif aldığını belirtmeden edemiyor.