Konuk Yazar : Beyzanur Cancer
Geçen gün balkonda çamaşırları asarken bir mandal yere düştü, onu almak için yere eğilince soğuk fayans dizime değdi ve bir an öylece kalıp düşündüm. Çok uzun zamandır yere düşmediğimi, dizlerimin, dirseklerimin yara olmadığını; sanki yaralarım varken -yani çocukken- daha canlı hissettiğimi, o yaraların beni hep diri tuttuğunu ve bir yere değdiğimde kendilerini sürekli hatırlattıklarını fark ettim. Sanırım eskisi kadar -hatta hiç- dışarıda koşmuyorum. Sokakta oynamıyorum. O zamanlar daha bir canlıydım sanki. En azından hissedebileceğim yaralarım vardı. Şimdi her şey soyut, tüm yaşanmışlıklar içeride, kendi içimde kalkıp düşüyorum bu sefer. Ama bunlar üstümü başımı silkeleyip “bir şey olmadı ki” deyip ayağa kalkmaktan, oyuna devam etmekten çok uzak.
Bu ‘hissetmeyi hissetmek’ temalı hislerimden sonra bir kitaba başladım. Rastgele, kitaplığımdan öylece elime geçen kısa bir kitap: Olağanüstü Bir Gece…
Hep kitapların arkasını okurum, bu kitap neymiş neciymiş diye. Bu sefer okumadım. Arkasını okumayışım bilinçli de değildi. Ders çalışmaktan bıktığım bir anda elime alıp okumaya başladım sadece. Bana sürpriz oldu öyle ki başkahraman da hissedemeyişinden yakınıyordu. Başta kendime çok benzettim. Ama sonra nefret etmeye başladım. O duygularını kaybetmişti. Ben değil. En azından kitabı okurken nefret duygumun hâlâ yanımda olduğunu biliyordum. Sonra biraz yazara kızdım. Stefan Zweig’ın okuduğum 4. kitabı. 3 tanesinde de aynı temayı görünce açıkçası garipsedim. Belki daha okumadıklarımda da bu vardır, şu anlık bilemiyorum.
Amok Koşucusu
Yakıcı Sır,
Olağanüstü Bir Gece
3 hikayede de kadınlar evli, kocalarını sevmiyorlar, aldatıyorlar veya aldatmaya varan davranışlarda bulunuyorlar. Ayrıca bazı yerlerde bariz kadın düşmanlığı görünüyor.
Amok Koşucusunu okurken normaldi. Yakıcı Sırda biraz fazla benzer buldum ve Olağanüstü Bir Gecede bu temanın tesadüften daha fazlası olduğunu düşündüm. Ve okurken sadece beynimde “Neden ?” sorusu döndü. Sonra biraz yazarı araştırınca ilk eşini aldattığını öğrendim. Aldatma sonrası boşanıyorlar zaten.Ve Zweig, eşini aldattığı kadınla evleniyor. İlk eşiyle 18 yıl süren evliliğinin 2. yılında Amok Koşucusu ve Olağanüstü Bir Gece kitaplarını yazmış. İlişkinin içinde ne olup bittiği muallak tabii. Yakıcı Sır ise 1945’te yani 2. eşiyle intihar ettiği sene yayımlanmış. Gerçekten ilginç bir hayat hikayesi…
Neyse, kitaba dönelim.
Kitabı bitirdiğimde içimi bir rahatsızlık kapladı. Karakterin yaptıklarını etik bulmadım. Hislerini de sevmedim. Okuduğum her karakteri anlamaya alıştığımı fark etmemi sağladı bu biraz da. Sevmek zorunda değildim. Karaktere hak vermek zorunda değildim. Karakter, kitap sonunda istediğim kişiye dönüşmemişti ve dönüşmek zorunda da değildi. Aslında bende yazarın diğer kitaplarında da olduğu gibi bir rahatsızlık hissi uyandı. Ama onlarda en azından pişmanlık vardı.
Gerçek dünyada var olan şeyleri kitaplarda göz ardı etmemek, okuyucuya da bunu hissettirmek muazzam bir şey. Tıpkı Oscar Wilde’in “Toplumun ahlâka aykırı saydığı kitaplar, topluma kendi ayıbını gösteren kitaplardır.” demesi gibi. Bu kitaptaki bazı karakterlerin, yakın zamanda okumuş olduğum Dorian Gray’in Portresi romanındaki rahatsız edici tiplemelerle benzediğini düşünüyorum. Ama yine de Dorian Gray’in Portresi’ndeki karakterlerden Lord Henry’nin keşkelerinin olması, Dorian’ın kendini öldürmesi bana doğru hissettirmişti. Kötü davranış sahibi karakterlerin en azından bir kere bahane bulunamayacak şekilde kötü hissetmesini istiyordum. Olağanüstü Bir Gece’de yapılan yanlış şeylerin üstüne hissedilen pişkinlik ve mutluluktu asıl beni hazımsızlandıran durum. Karakter bir an üzülecek gibi oluyor ama sonra aslında üzgün olmadığını sadece üzgün hisssetmesi gerektiğini bildiğini söylediğinde küplere biniyordum. Bunu açıkça itiraf etmesi nedense bana çok dokunmuştu. Duyarsızlık sanırım çok canımı sıkıyor.
Stefan Zweig böyle karakterler yaratmayı seviyor bence. Böyle insanların hep var olduğunu ve rahatsız olsak da hep var olacaklarını bilerek yazarken, yüzünde ironik bir gülümseme olmuş olabileceğini düşünüyorum. Bana kalırsa rahatsızlık veren karakter yazabilmek de çok zor bir iş. Belki kendi karakterlerini kendisi de sevmiyordur ama nihayetinde böyle karakterler var olmak zorunda. Belki de aklıma getirmek istemediğim bir seçenek olarak karakterlerini seviyordur, kim bilebilir?