Konuk Yazar : Elif Karabaş
Kazım, telaşı elleriyle doğuran bir adamdı. Sağa sola çarpar, söz dinlemez bir ur gezdirirdi sanki parmak uçlarında. Garip telaşları olur olmaz anlara sebep olurdu bazen, ikimiz de anlamazdık. Çok üstümüzde şeyler olurdu bu telaşın soyundan gelenler. Bu yüzden Kazım, bedeninde saatler olan birisiydi. Ona dokunmak, sarılmak için bu telaştan uru göğsünden sökebileceğin sessiz bir an bulup park etmeye zaman ayırmak gerekirdi.
Başımı hafifçe çevirip yanımda mutfağın köşesinde denizden getirdiği balıkları ayıklayan adama baktım. Benden oldukça iriydi, geniş omuzları, hafif esmer bir teni ve çok az kelimeye gebe dudakları vardı Kazım’ın. Kazım sevişilebilecek bir adam değildi, o tanınacak biriydi. Biliyordum, bu telaşı da ondan geliyordu işte! Bu uzun boylu etten bedenin içinde kim bilir döllenmekte olan kaç telaş vardı. Afacanları bile dize getirecek kudrette olan bu adamın telaşlarını yok etmesi gereken bir yeri olmalıydı. İşte Kazım, bu yüzden taşımıştı denizi evine. Onun evi telaş mesaisi dışı saatlerde ve belki öğle üçte uğradığı belim oradan yola koyulduğu gerdanım değildi. Onun evi ben değildim. Olamazdım. O kendi köşesi olan bir adamdı. Okuduğunu kendi başına okur, sözlerini pek az kişiye, ancak kendine açardı. Ben onun kalabalığıydım, öyle olmalıydım. Bu denli kalabalık bir adamın evi ancak su olabilirdi. Çok telaşı olan adama ise, çok su gerekirdi. Kazım’ın evi hiçbir zaman ben olmamıştım biliyordum, onun evi denizdi. Onun evi yosun kokan pencereleri dalgalara gebe bu evdi. Onun evi telaşlarıyla yoğurduğu -ve belki de mağlup ettiği- dalgalarıydı. Ama ben değildim. Onun bu telaş kervanından kurtulması için bana ihtiyacı yoktu, ben onun denizinde ona eşlik etmeyi deneyen bir sal parçasından başka bir şey değildim. Fakat bu, kanayan bir yara değildi onun için ve hatta benim için. Biliyordum. “Fakat Firuzan,”, olmamıştı hiç, olmayacaktı. Ona epey ters, olur olmaz giden, inadı avuçlarından büyük bir kadındım ben. Ben Kazım’ın denizindeki resifleri dize getiriyordum, o ise benim dokunamadığım dünyaları büyütüyordu telaşlarında. Biz Kazım ile sevişmiyorduk, birbirimizi tanıyorduk. Ben onun denizini bir salın yürek edebileceği bir nehre çevirmeyi deniyordum, o ise denizine bir salı sığdırabilmeyi. Seviştiğimiz geceleri dolduran tutkulu inleyişler değildi bizim, buğulu gözlerimizdi. Onun kendinden uzak dalgalı denizi ve cabasıydı. Fakat işte, konu tam olarak buydu. Biz birbirimize aşık değildik. Aşk boşluk yaratırdı. Kazım’ın denizi onun birkaç yosun parçasına gebe cihanına çoktan hükmetmiş, boşluklara yenilgi duymuş hiçbir köşesi yoktu. Onun yeni koyları biriktirmesi gerekirdi omuzlarının güne bakıp baharlar açtıran noktalarında. Kalbi hüzün görmemeli, herhangi bir boşluğa mağlup olmamalıydı. Denizini uğruna kucakladığım bu adamı, kendine yeni kumsallar bulana değin boşluklara direnmek mecburiyetinde bırakmak ona açtığım tüm dertlerime ihanetin ta kendisi olurdu. Uykusuz gecelerimi rüyalarımdaki hayaliyle büyüttüğüm, gönlümün güzden, kıştan ve evvela hırpalanmaktan başka mevsim görmemiş göklerini avuntusuz yaz güneşlerine hemhal eden, ciltsiz kitaplarını yüzünde eskiteni yitip giden duygularla sevmek ne yazık olurdu. Bizim boşluklarımız değil, tamamlanmamız gereken yerler vardı. Bu yüzden aşktan öte bir şeydi bu. Belki duyulmaya cesaret bile edilemeyen bir korku. Ben ona hiç mutsuzluğunu değiştirmek için dokunmamıştım, yeni baharlar taşımıştım ben göğsümden gönlüne. Buna benim afacanlarım ve onun telaşları bile hemfikirdi.
Bu yüzden bu zalim dünyada pek kışa rastladığımız, hırgür ettiğimiz olmazdı. Birbirini tanımaya demlemiş iki yaşlı ruhtuk biz yalnızca. Ben ona oyunlar kurardım, bu yürümeyi ve anıları arşınlamayı henüz öğrenmiş adama. O oyunlara gelemezdi. Sessiz sedasız telaşını büyütür ve kurduğum tüm oyunları bozar giderdi. Geceleri dudaklarımızdan şehvet çalardık. Kazım, kullanılmamaktan eskimiş kollarını geceleri benim için yeniden yaratırdı. Saatleri ellerine alır, itinayla esnetirdi. Geceyi büker, başımıza kâğıttan bir çatı gibi dikerdi. Böylece onun kelime bilmez dudaklarına benim ise yangını sönmemiş meraklarıma namahrem bir örtü gerilirdi. Onu gecelerde öğrenirdim ben. Kollarında gerdanımı büyüttüğüm bu adamı tanımalıydım! Bilmeye değer bir adamdı o. Kazım, çokça kopuştu, gidişti. Köklerini anaya, babaya, çalmaya ve gitmeye sarmış biriydi. Onun için bu köklerin hepsi ölümden sabit ve istikrarlı köklerdi. Beni onu tanıma arzusuna iten de buydu işte. Denize giden ve köklerini sabit sanan bir adamdı o. Deniz ölümdü, yutuş, gidiş ve belki her şey kadar bitişti. Kazım’ın gecelerce arzuladığı, titrek nefeslerle mumların ömrüyle yarıştığı ben değildim, denizdi. Kendini bulmaya giderken bunu bilmeyen biriydi o. Bu korkak cesaret, bu çağın sokaklarında denk gelinemeyecek ağaçlardan bile doğamayacak bir kudretti. Kendini, kendine ettiği bir körlük yeminiyle bilmeye kör eden bu adam, ben ona geldiğimde içiyordu. Köklerinden koptuğunu sanarak içiyordu. İçtiği zıkkım onun için ne olduğu önemsiz bir yudumdan başkası değildi. O unutmaya çalışıyordu. Ya ölecek ya unutacaktı! Ya ölmeli ya unutmalıydı. Onun için mezarlar henüz ansiklopedilere dahi girmemiş şeylerdi, gökleri vardı onun. Bakmaya ürkek gözleri, gülüp gülmediğini dahi bilmeyen bir fütursuz ürkekliği vardı. Çok eski kitaplardan kalma gülleri, güllerini göklerde yetiştirecek hayalleri vardı. Oysa çok parça bir adamdı Kazım. Onun için gitmek, kalmakla kavga eder, bağdaşmamaya ant içerdi. Onun ayakları bu kargaşa ormanında kendi umutlarına takılır, yere düşerdi. Sonra biraz dizleri kanardı onun, çocuk gibi ağlar durur, ormanı göğsünde büyüttüğü tüm yeni tohumlara pişman ederdi. Gözünde düne, bugüne ve yarına ant içilmiş üç damla yaşla ayağa kalkar, onu düşürene dikkat etmez, düştüğü yere öfkelenirdi o. Onun için kendini dürüstçe tanımak bir seçenek değildi henüz. Ellerini zamanla gecelerini benim ona bulaştırdığım bulanıklarla harcayan bu adam, ellerini kendini öldürmek için kullanamazdı. Buna kudreti olduğunu varsaymak bile ne büyük saçmalıktı oysa. İçindeki telaştan bu ur, onu ölmeye itemezdi. Bu yüzden ben ona gelirken Kazım içiyordu. Beni her gece saatleri büküşünün şerefine sıcak bir şehvetle yeniden tanıması da bundandı. Ben unutmaya meyilli bir adamın her gece yeniden tanıştığı rüyasından bir başkası değildim. Onun kökleri unutulmaya mecbur şeylerdi. Üzerine köklerini sardığı anası, benim onun eski komodinlerinin üstüne bulaştırdığım tozlu dantellerden fazlası değildi. Babası, her gün üzerine yürüdüğü, her doğan günde yeniden tanıdığı ve asla tanıyamayacağı deniziydi. Babası yüzünü teker teker işgal eden sakallarından doğuyordu. Hiç sakalsız gördüğüm olmamıştı onu. Hafif ince, varla yok arası bir sakalla doğmuşçasına bir inadı vardı. Oysa, onu böylesine zehirleyen, varla yok arası -gitmekle kalmak arası- filizlenmiş sakallarından başkası değildi. Kazım’ı acıya bağlı tutan o hırdan kelepçe ellerinde veyahut bileklerinde değildi. O zincir, yüzündeydi Kazım’ın. Her gün aynada üzerine yürüdüğü yüzündeydi. Bu yüzden, bu görme zehrini yok etmek için benimle sevişir, sevişmediğimiz vakitlerde de bolca içerdi. Ben onun gözlerine görmek istemedikleri için bir buğu olurdum, içmek ise ona unuttururdu. Ona ait olmayan hisleri çalardı Kazım. Geceleri beni sevmekle meşgul elleri beni bile unutmuş gibi gözlerimden başlayan bir yolculuğa koyulurdu. İzinsizce kalbime uğrar, mülkiyet nedir bilmeyen bir komşu çocuğu gibi kapıyı çalmadan içeri sızardı. Benim gün görmemiş umutlarımın arasından ona ne çabalar ile büyüttüğüm sevgimi çalardı. Kazım çalmayı severdi, onun işi çaldıklarını satmakla veyahut kullanmakla olmamıştı hiç. O benim sevgimi çalar, o sevgiden notalar doğururdu. (Bu yosun kokan eve umut ve kalabalıklar doğuruşum da çok şaşırtmıştı onu evvelinde, doğurganlığımı da çaldığı olmuştu bir zamanlar. Yeni umutları tanıyamıyor oluşum bundan oluyor olsa gerek.)
Keman çalardı Kazım. Ellerini yalnızca gece saatlerine uzatan bir adam nasıl oldu da öğrendi dudaklarından çıkmayan sesleri kemandan çıkarmayı, insan hayret ediyor. Çalmak onun için çok yönlü ve belki 21 çiftli bir maceraydı. Sevgimi alırdı kalbimden, onu öylece karşısına oturttururdu. Çaldığı şeyleri mala mülke dönüştürme telaşı olmazdı ama kaybetmekten çekinen hafif iri bir adamdı o. O yüzden telaşlarına hemhal olacak minik gemiler, maketler yapardı. İlk var olduklarında denize inmeye güçleri yetmeyecek bu gemilere benim aşkımı koyardı Kazım. Denizde durmaya gücü yetmeyecek bu gemiler benim sevgimle okyanusları alt etmeye meyilli hale gelirlerdi. Yeryüzünün tanımadığı kuvvette cesaretlere analık ederdim ben onun uğruna. O bana imgeler yollar, ben onları adam eder, göğsümden akan kederle büyütürdüm. Çoluk çocuk içine katardım Kazım’ı. Ama Kazım, içinde dur durak bilmeyen bir ruh taşıyan bir adamdı. Ve bu ruh, kaçmaya çalıştığı kendinden bir başkası değildi. Anasının, öylece komodinin üstünde el örmesi dantelde, babacığının suratında heybetle onu seyreder olduğunu bilmez denize özenirdi o. Çok akıntısı olurdu Kazım’ın. Çoğu zaman, uydusu üçüncü uzay tekilleri tarafından yutulmuş bir dünya gibi sere serpe, şıngır mıngır gider dururdu. Ona verdiğim çoluğa çocuğa bakmaz, yüreği benden büyük bu gemileri bana emanet eder, buralardan gidebilmek için başında 40 tilki gezdirirdi. Deniz, onu nerenin kucağına emanet etse orası seyran olurdu onun için. Beni; sırf o ıslanmasın diye kirpiklerinin sayesinde cennetten çalınma baharları saklayan Firuzan’ını peşinden götürmeye çok niyetliydi. Fakat ben köklerimi elinin altındakilere adamış bir kadındım. Geceleri güne bağlayan dualar eder, güneşin yalnız görebildiğim tarafını severdim. Benim onun gibi uçuk kaçık gitmelerim yoktu. Ben afacanlarımı evimde ağırlar, saçlarımı gece yasladığım divandan on adım öteye gidemezdim. Fevkalade inatçı, kırık, umuttan barajları dolmak bilmeyen bir kadındım evvelinde. Kazım’la anlaşmamızın bundan ötesine dayandığı yanılgısına kapılmak, yasaklarla dolu bir vücudun tüm cihana kol kanat germesiyle eş tutulabilirdi ancak, beklenemezdi. Ben onu kalmaya ya da o beni gitmeye ikna etmiyordu, etmeyecekti. Biz birbirimize ihtimallerin heyecanını gösteriyor, anlar doğuruyorduk aklımızın birikintilerinde.
Kazım’ın dümeninin rüzgâra esir olduğu, yelkeninin iplerinin söküldüğü yer de burasıydı. Kazım, beni götürmek, denize ana etmek istiyordu. Ona göre, çokça gidecek, kimsesiz fakat denizli ve sevgililere uzanacaktı gönlümüzün pınarları. Kazım’ın bana bu teklifi her ne halttı bilmiyordum fakat evvela birbirimize duyduğumuz o sevginin soyundan değildi. Ben onun beni köklerimden koparıp, bir başıma alıp kaçmak istediği gemilerinin maketlerine analık etmiştim. Kazım’dan onlara hediye kalbimin köşeleriyle namahrem sularda kimseye muhtaç olmasınlar diye parmak uçlarımı saye eylemiştim. Kazım’ın gözlerine bulaşıp, görmemeyi öğretmiştim. Bir buğu sarmaşığı olup görmekten yorgun gözlerine sarılmıştım ben onun, vurgun olduğu unutmanın peşine koşmasın diye görmemeyi büyütmüştüm ben ona bakan bahçelerimde. Garip anacığını, oturma odamda başköşeye misafir etmiş, babacığının yüzü suyu hürmetine Kazım’ın sakal uçlarını öpmüştüm. Bunlar evvela bizim gönüllerimiz arasında göğe kaldırdığımız o sevi tramvayının birer yolcusu, ancak ve ancak tamamlanmayaydılar. Oysa Kazım’ın yeltendiği bu yersiz yurtsuz teşebbüs beni yarım bırakıp ait olmadığım sularda yansımalarımı toplamak mecburiyetinde bırakacaktı. Beni denizinin bağrından kopardığı balıklarla kendi sofrasında misafir eden bu adam, öksüz ve köksüz kalacağımı kabul etmiyor, ayaz vakti denizi gibi hiddetle köpürüyor adeta şaha kalkıyordu. Sürekli derin mevzulara dalıyordu bu yüzden. Beni peşinde götürememeyi kendine bir savaş edinmişti. Kendiyle savaşı henüz bitmediğinden çaldığı minarelerin önceden sopsuz sevgilerle diktiği kılıflarını cebinde saklıyor, çoluğuna çocuğuna, Firuzan’ına sarıyor, bulup buluşturuyordu. Kazım’ın içinde fevkalade korkunç gecelerle yüzyıllardır bekleyeduran bir çocuk inadı vardı. Bu çocuğu fenalık raddesinde ağlatıp sinirlendiren şey, müthiş bir şekilde arzuladığının orada olduğunu bilip erişememekti. Ya ona ulaşacak ya da yokluğuna alışıp susacaktı.
Kazım’ın bana bu yersiz yurtsuz teklifi sunduğu gece, benim tanıdık olduğum tüm sular yandı. Çoluğumu çocuğumu son bir hevesle selamladım o gece. Kazım’ı gitmeyi arzuladığı sulara emanet ettim. Birkaç tarla kuşunu çınlattı kulaklarım. Suya hasret bozkırları kollayan tarla kuşlarına adımladım. O vakitten sonra saatleri esnetebilme kudretine sahip, gecelere bedel namahrem örtüm barajlarca ardımda kaldı, damım uçtu benim. Damsız, yersiz, yurtsuz, Kazımsız kaldım ben. Damsız evime yokluğundan beter fırtınalar komşu oldu. Ne vakit fırtınalara gebe kaldı benim filizi bitmemiş umutlarım, afacanlarım telaşlara özlemler yürüttü kalplerinde. Bir tarla kuşu mevzusunda Kazımsız, başıboş, yurtsuz kaldım. Oysa ben, Kazım beni damı uçmuş bir gece vaktine çevirmese ruhumdaki deliliği bile atacaktım. Saatleri yalnız ona değin kuracak, ondan sonrasını görüp duymayacaktım. Tamamlandığımız yerlerden koptuk biz Kazım ile. Ben ona başıma dert saçlarımın göğünde fırtınalardan kökler yetiştirmekle geçirdim ömr-ü hayatımı. Hasretinden bozkırları eskittim gözyaşlarımda. Devletin su götüremediği tarla kuşlarına kalbimdeki Kazım’dan hatıra suyu armağan ettim. Bozkır, ilk gülünü Kazım’ın gönlümdeki fırtınasıyla açtı. Ve hissediyorum ki, Kazım’ın denizi, kucağında analık ettiğim çoluk çocuğumla, ruhu bana armağan Kazım’ımla ilk kez duruldu. Böylece, biz Kazım’la ayrı göklerin altında dahi koptuğumuz noktalardaki aynı hasretlerle birbirimizi tamamlamaya devam ettik.