3 Mart 2153, Tundura’nın Güncesi;
“Kendimi bildim bileli 148. katta yaşamaktayım. Geniş yolları, tahtadan evleri, büyük parkları ile doğduğumdan beri bu katın dışında bir kat hiç görmemiştim. Tüm dostlarım da bu katın bir sakini. Elbette 150. ya da 145. katlardan arkadaşlarım oldu ama onların da yaşantıları üç aşağı beş yukarı benimle aynı şekilde ilerliyordu. Genel olarak hayatımdan ve bu kattan memnundum. Örneğin büyük bir gölümüz vardı. Bu gölün etrafında koşturmak çocukken çok yaptığımız şeylerden biriydi. Elbette yaşadığımız bu katın da eksikleri vardı. Mesela 150. kattaki arkadaşımın evindeki kahve makinasının yumuşak içim özelliği varken bizimkinde sadece soğuk ve sıcak içim özellikleri bulunuyordu. Onların bahçesinde dokuz farklı renk çeşidinde zambak varken bizimkinde beş farklı çeşit vardı. Ama bu farklılıklar çoğumuzun gözüne batmaz, sadece katların tasarımı üzerine çok düşünenlerin kafaya taktığı şeylerdi. Mesela okuldan bir arkadaşımızın babası sanıyorum mimardı. O yüzden katlar hakkında çok fazla şey bildiğini söylüyordu. Mesela 148. kat doksan sekiz metre uzunluğunda iken daha yukarı ki katlarda yüz elli metreye varan tavan uzunlukları olduğunu söylüyordu. Hatta hatırladığım kadarıyla 200. kat ve sonrasında tavanın yapay gün ışığı sağlayıcıları o kadar gelişmişti ki orada yaşayanların günlük D vitamini alması bile gerekmiyormuş. Bu arkadaşımın söylediği en garip şeylerden biri de sıfırıncı kattan daha aşağıda katların olduğuydu. Tabi bu bilginin doğruluğu şüpheliydi. Çoğu lise çocuğu gibi biz de liseye geçtiğimiz senelerde başlayan bir merak duygusu ile yaşadığımız bu dünyanın ve ötesinde ne olduğunun sorgulamaya başlıyorduk. Bu sorularımızın cevabını İşleyiş adlı dersimiz bize veriyordu. Her şeyin daha düzenli olması için katlar vardı. Katların varlığı verimi arttırıyordu. Üç aşağı beş yukarı farklı katlar birbirine benziyordu, bu derste anlatılmasa da herkes üst katların bir şekilde daha iyi olduğunun farkındaydı. Bu İşleyiş dersi çoğumuzun kafalarındaki soruları çözüme kavuşturuyordu. Ben de ta ki profesörün 200. kattaki evine gidene kadar kafamda hiçbir soru olmadan hayatıma devam ediyordum. Hatta o kadar cahildim ki 200. Katta hiçbir insanın bir evinin dahi olduğunu birkaç ay öncesine kadar bilmiyordum.
Lisenin bitişiyle Marcus Mühendislik Enstitüsü’nü kazanmıştım. Bu enstitü 200. kattaydı ve her gün 148. kattan 200. kata kısa bir metro yolculuğu ile gidiyordum. İlk başlarda 200. kat bana çok farklı gözükmüştü. Sanki ışık bile daha çok içimi ısıtıyordu. Üniversite binası beton ve mermer duvarlara sahipti. Daha önce hiç bu kadar büyük bir bina görmemiştim. Üniversitenin içinde büyük bir doğa parkı da bulunuyordu. Daha önce hiç görmediğim hayvanlar bu parktaydı. Mesela isteyen öğrenciler ata binebiliyordu. Bu katın sahip olduğu göl o kadar büyüktü ki içinde tekneler vardı ve bu teknelerden balık tutabiliyordunuz. Ama bu balık tutma eylemi sadece keyfi olarak yapılan bir şeydi çünkü yediğimiz balıkların ve diğer hayvan türlerinin özel olarak yetiştirildiği katlar vardı. Üniversitede arkadaşlarımın kaçıncı kattan geldiğini sormak ayıp gibi geliyordu bize. Ancak çok yakın olduğumuz kişilerin özel hayatları ile ilgilenebiliyorduk. Ötesi üniversitenin amacının dışında kalıyordu. Zaten o zamanlar ben katlar arasında çok büyük farklar olduğunu bilmiyordum.
Okuduğumuz üniversitenin bir nevi baş profesörü öğrencileri evindeki kütüphaneye davet etmesiyle tanınırdı. İki hafta önce yakın olduğum üç arkadaşı evindeki kütüphaneye davet etmişti. Sıranın bana da geleceğini biliyordum ve iki hafta sonra sıra bana geldi. Profesörün evi üniversitenin mimarı çizgilerini taşıyordu. Onun evi de yüksek tavanlı, mermer ve beton ile kaplıydı. Kütüphanesini gezerken istediğimiz kitapları ödünç alabileceğimizi söyledi. Ben de Dünyanın Coğrafi Tarihi adlı bir kitabı ödünç aldım.
Elbette dünyada yaşadığımızı biliyordum ama bize tüm dünyanın suyla kaplandığını ve insan medeniyetinin suyun üstünde kesintisiz bir vaha olarak dört bir yana sardığını öğretmişlerdi. Bu coğrafya atlası yedi kara parçasını ve farklı okyanusların varlığını gösteriyordu. Buradaki çizimlerin tarih öncesinin coğrafi çizimleri olduğunu düşündüm. Muhtemelen tüm dünya sular altında kalmadan önce dünyamız kıtalardan oluşuyor olmalıydı ve belki de eski insanlar bu kara parçaları üzerinde yaşıyorlardı. Bu fikir biraz bana korkutucu gelmişti. Eğer insanlık bu yedi farklı kıta üzerinde bu kadar birbirlerinden uzak yaşıyorlarsa birliktelik kurmaları zordu. Medeniyetimizin ne kadar verimli olduğuna dair bize anlatılan dersler boşuna değildi. Kitabı inceledikçe sayfalardan birinde Pasifik Okyanusu’nun üzerinde kalemle çizilmiş kırmızı bir çemberin üzerinde “Buradayız” yazıyordu. Bu profesörün el yazısı olmalıydı. Anladığım kadarıyla bu eski haritalardaki yerimizi gösteriyordu. Ama anlamadığım şey bizim medeniyetimizin gezegen yüzeyinin çoğunu kaplamış olduğuydu. Yani, küçük bir çemberle gösterilenden çok daha fazlasıydı aslında medeniyetimiz. Belki de üniversitenin bulunduğu yer o yuvarlak çizgiye tekabül ediyor olabilirdi. Ama yine de kafamın içinde bir soru işareti oluşmuştu.
İlerleyen günlerde derste arkamdaki iki çocuğun konuşmasına kulak misafiri oldum. Çocuklardan biri 50. katta kalıyormuş ve dört gündür suların olmadığını arkadaşına anlatıyordu. Ama hiç sular kesilmezdi ki. Bu kafamdaki soruları perçinlemeye başladı. Acaba farklı hayatlar mı vardı diye düşünmeye başladım. 50. kata inmek kolay değildi. Elbette aslında kolaydı ama her isteyen istediği kata öylece giremiyordu. Ben 148. kattan 200. kata kolay bir şekilde geliyordum çünkü bu katlara giriş yetkim vardı. Ama giriş yetkinin olmadığı bir kata girmen zordu. Bu yolculuk için profesörle konuşmaya karar verdim. Profesöre 50. kata gitmem gerektiğine dair birkaç yalan söyledim. Orada belli akademik çalışmalar yapmak istediğimi, fabrikaları gezmek istediğimi ve benzeri şeyleri birer birer sıraladım. Profesörün bana cevabı, bazı kişilerin toplumumuzun düzeni için daha fazla şey bilmesi gerektiğini ve bu şeylerin ancak görerek öğrenilebileceğini bu yüzden benim için izin çıkaracağı olmuştu. Her şey düşündüğümden daha kolay ilerlemişti. Ama belki de böyle bir talepte bulunan çok kişi olmadığı için olumlu bir cevap almıştım.
50. kata doğru ziyaretim artık başlamıştı. 50. kata adım attığımda tavanın daha basık, etrafın çelikten yapıldığını, tavan yüksekliğinin yaklaşık otuz metre ile sınırlı olduğunu gördüm. Katta büyük üretim merkezleri vardı. Metal borular dökülüyor ve bu borular daha aşağı katlara indiriliyordu. Burada yaşayan insanların gerçekliği de burasıydı. O yüzden belki de tüm katları burası gibi sanıyorlardı. Katta aktif bir üretim hayatı vardı. Sokaklarda çoğu kadın ve erkek gündelik kıyafetleriyle değil, iş kıyafetleri ile geziyorlardı. Yaşam burada daha çok üretime odaklıydı ve işgücünde daha çok kas kullanılıyordu anlaşılan. Oradakilere bu katta bir göl olup olmadığını sordum ve bana balık üretim tesislerini gösterdiler. Göle doğru giderken büyük binaların içinde insanlar yerlerinde dururken bir bant üzerinde yürüyor ya da koşuyordu. Galiba buradakiler yürüyüşlerini göl etrafında değil belli bantlar üzerinde, binaların içinde yapıyorlardı. Çocuklar yine koşturuyor ve eğleniyorlardı. İnsanlar gülüyor, konuşuyor, hayatlarını sürdürüyorlardı. Daha iyi bir hayatın varlığını bilen ben ise onların yerinde olsaydım daha fazlasını talep ederdim. Oysa bu insanlar neyi talep edeceklerini dahi bilmiyorlardı.
Dikey yolculuğumu bitirdiğimde kafamdaki sorular dinmek yerine daha da perçinlendi. Bu farklılığın temelini anlamakta güçlük çekiyordum ve bu dikey yolculuk sonrasında yatay bir yolculuk da yapmam gerektiğini anladım. Kendi katımın içinde bir yerden bir yere metro aracılığı ile gidiyorduk. Metronun başı ve sonu yoktu, daha çok bir çember şeklindeydi. Bu çemberdeki belli duraklara farklı zamanlarda birçok kez gitmiştim. Yatay yolculuğuma hangi duraktan başlamam gerektiğine karar vermem gerekiyordu. Ama belli bir süre sonra anladım ki hangi duraktan başlayacağımın çok da bir önemi yoktu. Ama seçmem gereken metro hattının dış çemberdeki bir durak olması gerektiği barizdi ve yolculuğuma başladım. Bu yolculuğumda bir katın yüzlerce kilometre uzunluğunda olması ve yürüyemeyeceğim kadar büyük olması gerekiyordu. Hiç katın dış taraflarına gitmemiştim çünkü 148. kattaki tüm önemli yaşam alanları tam katın iç kısmındaki göl ve çevresinde yer alıyordu. Katın dış katmanlarında sadece evler vardı ve daha önce böyle bir yolculuğa kaç kişi kalkıştığını bilmeden yürümeye koyuldum.’’