Onları hiç ciddiye almamıştık. Yüzyıllar boyunca binlerce öteki tür gibi göz ardı etmiştik. Öncelerde daha kıllılardı ve ön ayakları vardı. Onlardan birkaçının uzak kuzenlerini kuzey ormanlarında olduğum zaman görmüştüm, garip hayvanlardı ama mesela Afrika’da gördüğüm filler kadar etkileyici değillerdi. Onların potansiyelini görmezden gelmiştik. Bunun nedeni bizim türümüzde uçmanın her şeyden önemli görülmesi olabilir. Uçamayan bir tür ne kadar başarılı olabilirdi ki. Mesela kimsenin ağaçlardan çok büyük beklentileri yoktur.
Kolonilerimizin onların türlerine dair en eski bilgilerinde küçük gruplar hâlinde yaşadıkları ve kendi aralarında çarpık düzene sahip verimsiz bir topluluk oluşturdukları kaydedilmiş. Bugüne baktığımızda da aynı şeyleri söylemek mümkün. Son 150 yılda insanoğlunun sanayileşmesi ile büyük bir atılım gerçekleştirdiler. Kolonilerimizin çoğuna tahtadan sağlam evler sağladılar biz de memnuniyet ile kullandık bu yuvaları. Bu acizliğimizden ya da onların boyunduruğu altına girdiğimizden değil, aksine doğadaki türler ile kavga etmenin iş birliği kurmaya göre daha verimsiz olduğunun kolonilerce on bin yıllar öncesinde fark edilmesine dayanıyor. İnsan türünün bize sağladığı kovanlarda yaşamaya başlamamız ile onları incelemeye başlamamız bir oldu. Koloni olarak onları oldukça uzun süreler izleme fırsatı bulduk ve garip yönlerini anlamaya başladık.
İnsan toplumu ötekiler üzerine dayanıyordu. Onlar kendilerini tanımlarken ne olduklarına değil ne olmadıklarına odaklanıyordu. Onlardan milyarlarca vardı, dünyanın her yerine yayılmışlardı, aynı bizim gibi ama onlar tüm dünyayı kendilerine bir yuva olarak görmüyorlardı. Belli büyük topluluklar hâlinde toplanmışlardı ve yine kendilerini ötekilere göre tanımlıyorlardı. Mesela kendi yaşadıkları ülkenin diğerlerine nazaran daha adil, daha barışçıl, daha adaletli, diğerlerine göre daha başarılı olduklarını düşünüyorlardı ama işin garip olanı; yedi kıtadaki onlarca farklı ülkeden her bir insan, öteki ülkelerin özetle kötü, kendilerinin kısaca iyi olduğunu düşünüyorlardı. Fakat kolonilerimiz yüz binlerce insanla yan yana yaşamaya başlayınca, birbirleri için öteki olan yüz binlerce insanın benzer arzu ve yaşam gayelerine tutunduklarını gözlemledik.
İnsanlar arasındaki ayrışma o kadar derindi ki birey özeline dahi inmişti bu ayrışma. Bireyler bile kendilerini ötekilere göre tanımlamaya başlamıştı. Galiba birçoğu ne olduklarından emin olmasa da ne olmadıklarını biliyorlardı. Birçoğu ötekilerin korkusuyla yaşıyordu. Ötekileri bir tehdit olarak algılıyordu. Oysa yaşamın ihtiyaçları bizim türümüze göre çözülmüş ve basitleştirilmişti. İnsanoğlu sürekli bir gelişim çabasındaydı, belki de bu gelişimin nedenlerinden biri ötekilerden daha iyi olma gayesiydi. Bu kavramlar bizim türümüze çok yabancıydı. Eminim insanlar da bizi garipsiyordur. Biz arılar birbirimizi ayrı görmezdik hatta ‘‘biri’’ kavramını dahi anlamakta güçlük çekiyoruz. Bizim sadece yaşamda kalmak için, yani koloninin devamı için yapmamız gereken şeyler vardı. Sanki işçi arı da kraliçe arı da tek bir organizmanın ayrı kolları gibiydi. Birbirimizin kötülüğünü isteyemezdik çünkü birbirimiz diye bir şey yoktu. Hatta bu birliktelik zamanın da ötesindeydi. Her nesil bir sonrakinin genlerine deneyimlerini aktarıyordu. Yani insanlar için ölüm denen şey bizim için bir türün yok oluşuydu. Biz bu birliktelik fikrini çok ahlaklı canlılar olduğumuz için geliştirmemiştik. En verimli yöntemi bulma isteği ile yüzyıllar içinde genlerimizle aktarılan bilginin doğal bir sonucu olmuştu bu. Başka bir verimli yöntem bulabilseydik eğer, karnımızı doyurmak ve genlerimizi aktarmak için daha iyisi olsaydı şayet onu yapıyor olurduk. Elbette biz de tüm koloninin yok olmasından korkuyorduk ama on binlerce yıl içinde öylesine yaygın koloniler kurmuştuk ki yok olma ihtimalî düşmüştü.
İnsanların kafalarının içinde şeytanlaştırdıkları ötekiler olsa da şehirlerine kuş bakışı baktığımızda onların da bir koloni oluşturduklarını görüyorduk. Her gün binlercesi farklı farklı küçük işleri gerçekleştirerek bütünün bir parçasını yaratıyorlardı. Kendileri ile baş başa kaldıklarında ise hayali öteki düşmanlarıyla zihinlerinde savaşıyorlardı. Garip olan şeylerden biri ise insanlar birbirlerini öteki olarak görüyor olsa bile çoğu kez aynı ofislerde yan yana çalışıyor, aynı mahallelerde camları birbirlerine açılan evlerde yaşıyorlardı. Kafalarının içindeki bu güvensiz duygular çoğu kez yaşamın içinde yer bulmuyordu ama bazen toplumun toplu bir şekilde histeri geçirdiği de oluyordu. Bu, çoğu kez büyük toplulukların güvendikleri bir insanın ötekilerini benimsemesiyle oluyordu. Bu insanları anlamakta önemli bir noktadır. İnsanlar yan yana yaşadıkları kişileri bile öteki, hatta düşman görebiliyorlardı. Birçok kez yan yana evlerde yaşayan insanların birbirlerini yalnız kaldıklarında nasıl küçük şeyler için farklı gördüklerini işitmiştik. Ama bu aynı insanlar hayatları boyunca hiç gerçekten görmedikleri insanların fikirlerini benimseyip, hiç tanımadıkları bu insanların ötekilerini kendi ötekileri hâline getirebiliyordu. Hatta bu benimseme öylesine derin yaşanıyordu ki ötekileri özümseyen insan, etkilendiği düşünceleri sanki kendi düşünceleriymiş gibi sanabiliyordu. Bazen öz farkındalıklarının düşük olduğunu düşünüyorduk ama yıllar geçtikçe anladık ki aralarında büyük bir iletişim sorunu vardı. Sanki iki farklı insanın arasına kuzeyin sık ormanları girmiş gibiydi. Biri güneyde biri kuzeyde olan ve aralarına ulu ormanlar girmiş bu insanların birbirleri için öteki olması şaşırtıcı değildi aslında.
Onların belgesellerinde birçok kez geçiyorduk. Onlar da bizi anlamaya çalışıyordu. Bize süper organizma deseler de kendilerinin hiç farkında değillerdi. Belki de uçamamaları cidden bir etkendi. Kuş bakışı görememek şehirlerini ve kendilerini, onların da bizim gibi bir süper organizma oldukları gerçeğini gizliyordu. Onlar bizi anlayabilseydi birkaç tavsiye verebilirdim. Ötekileri rafa kaldırmalarını isteyebilirdim, çünkü Ay’a gidebilmiş bir tür için gülünç kalıyordu bu hayali düşmanları.