Mahalle denildiğinde ne idüğü belirsiz; tam olarak ne iyi ne de kötü olarak adlandıramayacağım birçok şeyi aynı anda hissediyor ve birçok düşünceyi o düşüncenin negatifiyle beraber düşünür olarak buluyorum kendimi.
Bir şehrin ana unsuru olarak ifade edebileceğimiz mahalleler birçok açıdan yaşamımızın ana mekânı. Dolaşıp da döndüğümüz o kürkçü dükkanına bizi götürecek yol da işte o mahalleden geçiyor. Birçok çocuğun topunuzu keserim uyarısına maruz kaldığı o teyze ya da amcaya ait hissedebileceği bir konum, bayramlarda el öptürebileceği bir yuvayı da kazandıran o apartmanın bulunduğu sokağın en yüce sahibi de mahalle işte.
Genç çiftlerin bir buluşma noktası olarak bellediği köşe başları romantizmini konu alan filmlerin mekânı da seyir keyfini süren apartman sakinleri için sinema salonu da mahalle işte.
Her türlü şiddetin sessizlikle örtüldüğü lanet yerde mahalle… Elalem ne der? Korkusunun yaşayan ölülere dönüştürdüğü bireyciklerin iş çıkısında yorgun, argın ve bıkkın bir şekilde, kimileri zihninde sorgulama mesaisindeyken, uyumaya gittiği yatakhaneler mahalleler. Bugünlerde mahallede çoluk çocuk sesinden bıkan teyze ve amcalara rastlamadığımız o sokakların ıssızlığına karşı kahve içen teyzelerimiz oldukça şaşkın. Z kuşağı çocuklarının TikTok’u tercih etmesinin mahalle kültürünü uğrattığı bozguna ne demeli? Sokaklarda pire gibi atlaya zıplaya büyüyen çocukların yerinde şimdilerde yeller esiyor: bir çocuğun ilk olarak öfke sınırlarını keşfetme fırsatı yakaladığı mahalleli Ayten teyzeye açmaya tercih ettiği savaşın muharebe meydanıydı bir zamanlar için mahalle. “Topumuzu kes de görelim koca karı!” Uf ne büyük başkaldırı ama…
Bana gelince cidden bu Ayten teyzeye sahiptik ben ve arkadaşlarım… Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o mahallenin neredeyse Erdek’in yarısını kapladığını fark ettiğimde yaşadığım şaşkınlık görülmeye değerdi. Okuldan eve dönerken arkadaşımın ikamet ettiği apartmanın bahçe katında oturan tatlış bir amcaya verdiğim “OHAAA!” tepkim kadar akılda kalıcıydı. O amca hâlâ ona rastladığım vakitlerde bana bu tepkimi hatırlatmaktan geri kalmıyor, sağ olsun. Mahalle kültürünü oluşturan şeylerden biri de bu işte, yaşadığın sokağın insanına aşina olmak. Bazen o sokağın kötü insanını bilmek ve ondan uzak durmak, bazen kedici bir amcayla dost olmak ve kutsal ağacının kesildiğini, apartman sakinlerince verilen bir kararla, öğrendiğinde ağlamak ama öyle böyle değil ciğerlerin yerinden çıkacak, patlayacakmış gibi ağlamak… Nefretini yansıtabileceğin birisini de o mahallede bulmak… İlk aşkını da ya da aşklarını da…
Büyümenin sahnesi: Mahalle. Aktörü: Sen. Düşününce bir içim sıkılıyor. Ama güvende hissetmek denildiğinde akla gelen yerlerden biri aynı zamanda mahalle. İki ucu pisli değnek işte. Birçok şeyi iyisiyle kötüsüyle orada yaşamanın kabullenişinden gelen bir farkındalık budalalığı, saça bir beyaz tel sadece. İşin aslı şu ki ne olursa olsun değişim var. Mahalledeki her şey herkes değişiyor, değişecek ve değişti. Biz çocuklar için mahallenin cadısı olarak anılan Ayten teyze vefat etti. Hatta ona bir bayram günü annemle beraber ziyarete gittiğimde hayran kaldığım incik cıncık dolu ev yok oldu çünkü eski apartmanı yıkıp yerine “modern” bir apartman dikmeyi uygun gördüler. Şimdi balkonlarında nargile içiliyor, tüm sokak duman altı.
İçinde anılarımı yaşadığım mekânların maddi dünyada kolaylıkla ortadan kaldırılmasından nefret ediyorum. Zamanında ziline basıp kaçtığım o apartmanların yok oluşu üzüyor beni ne yapayım. Sorun zaten bende! Tamam. Aslında anılarım zedeleniyor gibi hissediyor olmam beni üzüyor, evet her şeyin değişmesi bazen can sıkıcı olabiliyor. Apartmanın güzel mavi taşlarının ortadan kaldırılmasına değil bu isyanım, asla(!). O zamanlar dış cepheyi renkli kare taşlar ile oluşturulan birtakım figürlerle süslemek moda olmuştu. Benim göz zevkime doğrudan hitap eden bu moda yok oldu zamanla. Güzel olan her moda yerini hızla üretilebilecek olana bırakıyor. Hayatımızda meşakkatli olana pek yer yok artık. En azından ben böyle gözlemliyorum. Doğrudan kişilere yönelttiğim bir eleştiri değil bu, fakat toplumun katmanlarında gördüğüm bir “gerçek”. Pek tabii insan ilişkilerinde de meşakkatli olmayanı tercih etmek moda artık…
Mahalle kavramını kültürel anlamda incelemek istediğimde bir zamanlar oralarda yaşadığım Kadıköy ve Üsküdar semtleri aklıma geliyor. Kültürel değişimin gerek siyasi sebeplerle gerek ekonomik sebeplerle olsun, çok sert şartlarda seyrettiği bir yer İstanbul. Dünü bugününü tutmuyor hiç. Değişimin kültürel değerleri yıkıp geçtiği bir yer umutlar şehri İstanbul, ahh ahh!
Yıllar önce Sena ile Münazara kulübünden çıkıp Kadıköy Rıhtım’da denize sarkıttığımız ayaklarımızla özgür hisseden iki kadın olarak yüzümüzü Galata Kulesi’ne çevirdiğimiz o akşam, sabaha kadar orada oturabilirmişim gibi hissettiğim bir yerdi Kadıköy Rıhtım, hâlâ öyle hissediyorum. Çünkü saat 03.00 (Saati yanlış hatırlıyor olabilirim.) İETT otobüsünü beklemek zorunda kalabiliyoruz bazen şayet Beykoz’a gidecekseniz. Ama orası aynı Kadıköy rıhtım mı? Kocaman bir hayır cevabı üstelik koro eşliğinde. Değişimin bu denli hızlı ve bir mekânın kültürüne taban tabana zıt bir şekilde böylesi kültürsüzleştirilerek, değersizleştirilerek gerçekleştiriliyor olmasına pek katlanamıyorum. Bu da sosyal çürümenin* bir işareti olsa gerek. Mesela sık sık haberlerde gördüğümüz restorasyon hataları… Eskiyen binaların restore etme fikri düşünülmeden yıkılmasına pek katlanamıyorum ve bunu ciddi anlamda dert ediniyorum kendime. Restore adı altında betona dönüştürülen tarihi eserleri görünce çok öfkeleniyorum. Bir apartmanın etrafındaki apartmanlarla uyumlu bire renge boyanmayışı bir sorun benim için, üzgünüm ama öyle…. Kafelerin, restoranların, büfelerin, bakkal, market, kitapçı aklınıza gelebilecek her yerin tabelalarının devasa ve estetikten uzak tasarlanması… Ahh! Gerçekten sinirimi bozuyor. Ya bana oy verin bakın ne güzel oluyor bizim mahalle, tertemiz gıcır gıcır.
İşte şahane bir soru aklımda : Beğeni yargısını ne belirliyor? Gezdiğim, gördüğüm, oturduğum, yediğim içtiğim her şeyden tatmin olmak isterim ben. Tüketmeyi tercih ettiğim şeylerden almayı beklediğim tatminlik ne kadar yüksekse kendim ortaya koymaya çalıştığım şeylerden de bunu beklerim. Sırf işe yarıyor sırf kullanımı kolay diye bir şeyi bütünüyle ve hızla değiştirmek, satın almak, tüketmek düşüncesi hoş gelmiyor kulağıma…
Hızlıca her neyse tüketmek istediğimiz o şeyi tüketip kalkabilmemiz için tasarlanmış franchise mekânlar ile dolmuş gözüktü gözüme Kadıköy, üzüldüm. Bundan rahatsızlık duyduğum için elitist olmakla suçlanıyorum. Ama mahalle kültürünün inşasında büyük önem taşıyan o kafe, bakkal, manav gibi yerlerin yok olmasına üzülüyorum işte. İnsanların özgürlüklerinin kısıtlandığını görmelerine engel olmaya hizmet eden yerlerin kısa süreyle işletilip sonra başka bir mekâna dönüştürülmesi…
“Ya jelibon kafe’ye gitsek yaa!”
“Yok yavrum kapandı orası yerine çikolatacı açıldı.”
İnsana, dolayısıyla topluma bir değer katmayan, yarın başkasına devredilmek üzere sadece birilerinin sermayesini canlı tutmaya yarayan ticaretlerin inşası yıllar süren o kültüre tercih edilmesi üzücü geliyor bana. İşte tam bu sebeple Kadıköy’de yeni açılan Maydanoz Döner’den bana illet geldi. Giderek yok olan mimari estetik anlayışın, toplumsal hafızanın ve insanları bir araya getiren mahalle kültürünün enflasyon karşısında mağlup ediliyor oluşunu seyrediyoruz. Köşe başı romantizmlerini seyretmek inanın daha güzel.
Bireyselleşelim derken bir aradalığın ve bu bir aradalığın oluşturduğu güvenin güzelleştirici yanlarından da mahrum kalıyoruz. Manav Samet abi eskisi gibi gülmüyor. Manavlar da kendini geliştirdi : ejder meyveleri, mangolar falan var… Ruhsuz binalar, tadı tuzu olmayan yemekler, sığ dostluklar, hızla içilen kahveler, yetişilmeye çalışılan yerler var. Gerçekten bu muyuz? Ve en kötüsü bunların hepsi estetik algıdan, kültürel değerler oluşturmakta çok uzak şeyler, hiçbirinin bir ruhu yok artık. Tabi arada çok güzel yerler ve insanlar var bunları atlamayalım, onlara selamı borç bilirim.
Ayrıca kimse bana Maydanoz Döner’de buluşalım demesin, sakın! Ve ben de Cem Özkök’te maydanoz döner yesek mahvoluruz. Dönerlerin içerisindeki maydanoz bile organik değil! Neden? Yahu küçük esnaf ne yapsın, nasıl organik maydanoz alsın? Bir de organikçiler çıktı Instagram’da… Maydanoz olmuş 10 tl pazarda. Sağlıklı yaşam tatavası. Değiliz, sağlıklı falan değiliz; bütünsel anlamda sağlıklı olmak değilse sağlıktan anladığınız şey, sağlıklı olduğunuza inandırabilirsiniz kendinizi. Gittiğiniz mekanlarda tüketilen entelektüel sohbetler, kahveler, sağlıklı yemeklerle sağlıklı birer birey olduğunuzu düşünebilirsiniz elbette, düşünün bunu ne de olsa özgürsünüz. Çünkü bunların hepsini kendiniz tercih ettiniz değil mi?
Bourdieu “Meşru sanat yapıtlarından daha sınıflayıcı olan bir şey yoktur” diyor. Şu sıralar bunu düşünmeyi tercih ediyorum ben ve sağlıklı olduğumu hiç mi hiç düşünmüyorum. Karşı apartmandaki Ayten teyzeler artık neden yok diye düşünüyorum. Neden her yerde dönerci var diye düşünüyorum. Bir de bu yazıdan sonra dişinize kaçmak suretiyle orada sinsice varlığını fark ettirmeden duran o maydanozu benmişim gibi düşünebilirsiniz.