Bourdieu, Kuştepe ve Toplumsal Barış
Eylül 3, 2023
Dört Nehir
Ekim 3, 2023

Puslu Kıtalar Atlası’nın Düşündürdükleri

Bildiğiniz üzere geçtiğimiz ay derneğimizin VII. Anadolu Kongresi gerçekleşti. Kongrede İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası isimli eserinden bir alıntı yapmak istiyordum. Ancak fırsatını bulamadığımdan o alıntıyı seslendirememiştim. Ben de hem daha kalıcı olması açısından hem de daha fazla insana ulaşması açısından, burada o alıntıdan bahsetmek istedim. Bunu yaparken de yalın bir alıntı sunmak yerine kitabın analizini yapmanın yerinde olacağına inandım. İlkin alıntı ile başlayalım:

“Ey kör! Aç gözünü de düşlerden uyan. Simurg’u göremesen de bari küçük bir serçeyi gör. Kaf dağına varamasan bile çıkıp kırlara açıl; böcekleri, kuşları, çiçekleri ve tepeleri seyret. Bırak dünyanın haritasını yapmayı! Daha hayattayken bir taşı bir taşın üzerine koy.” (Puslu Kıtalar Atlası: 21)

Bu paragrafın kitabın içerisinde gerçekleşen fikirsel gelişim duraklarının kavranması açısından önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum. Kitabın ilk sayfalarında Arap İhsan Efendi’nin bir deniz seferinden dönmesinin şehirde yarattığı yankıyı dinliyoruz. Kendisi öylesine güçlü ve sözü geçen bir insandır ki yangın gözcüsü, Arap İhsan’ın kadırgasının şehre girdiğini arkadaşına fısıldar. Kendisi yeğeni Uzun İhsan Efendi’nin evine geldiğinde hoyratça davranışlarda bulunur. Uyuyan yeğenini gördüğünde onu küçümser. Yeğeni olan Uzun İhsan Efendi’nin, narin elleriyle bir halat bile geremeyeceğinden, değil mapa Mundi (dünya haritası) yapmak dünyanın onda birini bile gezemeyeceğinden bahseder. Burada dikkat çekilen ikilik, deneyim ve düşünme ikiliğidir. Hangisini kullanarak daha iyiye erişebileceğimizin sorgusudur. Bedenini kullanarak tecrübi bilgiye ulaşan Arap İhsan Efendi, evde oturup uyuyan ama bir şeylere ulaşmak isteyen Uzun İhsan Efendi’yi kınar. Yukarıdaki alıntıda da bu ikiliğin en açık örneklerinden birini görürüz. En mükemmele, en iyisine ulaşmaya çalışana kadar en doğru zamanı yakalayana kadar bekleme. En küçük fiilleri yaparak işe başla. Simurg’u göremeyeceğim diye kendini serçeden, dağdan, tepeden alıkoyma. Bu aslında modernitenin insana öğütlediği daha deneyim edinme, çevreyle etkileşme ve bir şeyler yaratma odaklı bakış açısının bir özeti. Ancak Bünyamin’in sefer sırasında yüzünün yırtılması ve öldükten sonra yeniden dirilmesi olayı bu yolun pek de güvenli olmadığının işareti gibidir. Üstelik Arap İhsan Efendi de sessiz sedasız ölerek roman sahnesinin terk etmiştir. Hikâyenin akışı içerisinde modernizm ve postmodernizm ikiliği (deneyim ve düşünme) daha başlardan çözüme kavuşmuştur. Düşünme Uzun İhsan Efendi’yi hayatta bırakırken deneyimleme Arap İhsan Efendi’yi öldürmüştür. Uzun İhsan Efendi kazanmıştır ama nasıl? Kulakları ve burnu kesilerek, gözü oyularak yani kişiliksizleşerek. Aslında kendisi hikâyenin başından beri net bir karaktere sahip olmaktan uzaktır. Onun okuyucunun karşısına ilk çıktığı anda belli belirsiz bir sesle horluyor olması, ağzından salyalar akıyor olması tesadüf değildir. Onun kişiliğe bürünememiş karakterinin yansımasıdır. Bu arada kalmışlığa rağmen başlarda içten içe modernist bir hayatın (deneyimin) özlemini de duymaktadır karakter. Uzun İhsan Efendi’nin oğlu Bünyamin’i Beç Kalesine yollarken ettiği sözlere kulak verelim:

“Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir. Çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olamadığımın bir göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Benim göremediklerimi gör, dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.” (P.K.A: 55)

Bu alıntı, postmodernitenin getirdiği her şeyden emin olmak için yola çıkmışken hiçbir şeyden emin olunamayacağına kani olmuş ve düşünmekten kendi içine çökmüş insanın dramını örnekler. Edinmek istediği ve yücelttiği bir deneyim vardır ama bu deneyim için yapılması gerekenleri yapmaktan çok uzakta kalmıştır. 

Uzun İhsan Efendi kendi gelişim süreci içerisinde dünyayı düşünce gücüyle yönetebildiğinin farkına varmasıyla maceralara atılır. Artık görmeden gemilere yön verebiliyordur. O noktadan sonra modernitenin sesini duymayız. Ne karşıt bir yapı olarak ne de özenilen bir hayat olarak. Çünkü artık o deneyim haritaları fethedilmiştir. Fark edişten sonra gördüğümüz her şey postmodernitenin kendi içindeki hesaplaşmasıdır.

İkinci aşamadaki hesaplaşma Ebrehe ile Bünyamin’in karşı karşıya gelmeleri ile yaşanır. Yazar kendi yarattığı ve yüksek bir konuma koyduğu anti-karakter özelliğini taşıyan Ebrehe ile alay eder. Ancak Ebrehe’nin tek önemi Bünyamin ile ettiği kavgadan ileri gelmez. Ebrehe’nin boşluğu kullanarak ile zamanı geri sarma ve Mehdi’den kurtulma arayışı vardır. Bu çabalarla aslında o, Deccal veya Şeytanvari bir yapıdadır. Bu bize kitabın açılış kısmında yer alan ve Tevrat’tan yapılmış alıntının nedenini de açıklar. 

“Boşluğun üzerine kuzeyi yayar 

Ve hiçliğin üzerine dünyayı asar.”

(Eyüp 26:7)

“Ey parlak yıldız seherin oğlu, göklerden nasıl düştün! Sen ki, milletleri devirdin nasıl yere yıkıldın! Ve kendi yüreğinde derdin: Göklere çıkacağım, tahtımı Allah’ın yıldızları üzerine yükselteceğim ve ta kuzeyde cemaat dağında oturacağım: Bulutların yüksek yerleri üzerine çıkacağım, kendimi Yüce Allah gibi edeceğim.”

(İşaya 14:12)

Hiçliğin üzerine dünyayı asan Tanrı ve o boşluğu kullanarak onu yenmek isteyen Şeytan. Ne düşünse ne dilese gerçek olan Uzun İhsan Efendi ve karşısında boşluğu kullanarak onu yenmeye çalışan Ebrehe! 

Ancak bu savaş Uzun İhsan Efendi ile Ebrehe arasında gerçekleşmez. Gerçekleşme şekli açısından bir vekalet savaşı gibidir. Bünyamin (Bin-yamin, sağ elin oğlu), kulağına fısıldanan sözlerle ve eline verilmiş Puslu Kıtalar Atlası isimli kitapla birlikte tartışmalardan yenilmeden çıkmaktadır. Karşımızda Tanrı’nın dünyaya yolladığı peygamber benzeri bir kişilik vardır ki o heva ve heveslerinden konuşmamaktadır. (Necm 53:3). Bu durum Ebrehe’nin şüphesi ile okuyucunun karşısına getirilse de son kısımda Bünyamin’in okuduğu Puslu Kıtalar Atlası kitabından bir pasajda açıkça itiraf edilir:

“Son derece silik ve mütevaziydin. Bununla birlikte arada bir, senin kulağına karakterinle bağdaşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim.” (P.K.A: 236)

Ancak tarihsel üstkurmaca yönteminin doğasına uygun olarak bu bilindik antagonizma beklenen şekilde bitmemiştir. Armageddon benzeri iyinin ve kötünün nihai savaşı yoktur ortada. Aslında salt iyiler ve kötüler de hiç olmamıştır. Ebrehe’nin sonu, Tanrı buyruğuna uygun olarak cezalandırılacakken Ebrehe’nin sağ kolu Zülfiyar tarafından kurtarılan Hınzıryedi’nin elinden gelmiştir. Karakterler bir türlü birbirlerini yenemezler çünkü gülünç bir zavallılıkta birleşmişlerdir!

Ayrıca ben burada Ebrehe ve Bünyamin/Uzun İhsan Efendi ikileminde yazarın kendi hayatına dair çok şey anlattığına inanıyorum. Ebrehe bütün o her şeyi bilmek isteyen, güç arzusu içinde olan yapısıyla İhsan Oktay’ın yazarlığına belki de gölge yanlarına benzemektedir. Yazar o sayıp dökmeleriyle bize ne kadar çok şey bildiğini gösterir. Kokarca yağıyla ovulan zarlar, ejderha başlı kolomborne topları ve upirler adeta İhsan Oktay’ın kaleminden ve engin tarih bilgisinden büyülenmemiz için esere koyulmuş gibidir. Aynı pi sayısının 666 basamağını bilmeyen kişilerin çözemediği şifreler gibi, Rene Descartes ile Rendekâr’ın aynı insan olduğunu, Ebrehe ve Bünyamin’in tarihte kimlere karşılık geldiklerini ve lağımcılığın Osmanlı ordusundaki yerini bilmeyen insanların deneyimlerinin eksik olacağı gibi. Bu yazar tarafından yapılmış bilinçli bir tercihtir. Anlaşılmak için sahip olunması gereken belirli bir kültür seviyesinden emin olmak istemiştir. Aynı Ebrehe’nin ölmeden önce yarattığı bilgi ocağının yok olacağını söylerken insanlarla ilgili hisleri gibidir. Yağmacılar 666 rakamı bulamayacak kimseler olduğu için parayla yetinecekler ve hakikatin peşine düşemeyen zavallılar olarak kalacaklardır. Nitekim Hınzıryedi ve onun Ebrehe’den çaldığı paralar Dertli’nin isabet ettirdiği bir yıldırım neticesinde kül olacaktı.

Öte yandan Uzun İhsan Efendi, kendisinin de başka biri tarafından hayal edilen bir nesne olup olamayacağını asla bilemeyeceği fikriyle kafası karışmış vaziyettedir. Kendi kişiliği, bir başkasının varlığı ve hayal ile gerçek arasındaki çizgiler birbirine girmiştir. Aynı üç yüz sekiz sene sonra İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam gibi. Yazar kafa karışıklığına daha en baştan okuyucuyu da dahil etmek istiyor gibidir. Kitap şu cümlelerle açılır: 

“Ulema, cühela ve ehl-i dubara; ehl-i namus, ehl-i işret ve erbab-ı livata; rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişler ki; kun-ı Kâinattan 7079 yıl, İsa Mesih’ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra adına Kostantiniyye derler tarrakası meşhur bir kent vardı.” (P.K.A: 13)

Bu paragrafı inceleyelim. Ulema kelimesi alimler demektir, bilgi sahipleri için kullanılır. Cühela ise cahilin çoğuludur ve alimin zıddıdır. Ehl-i dubara ise alavere sayesinde bir yerlere gelmiş insanlar için kullanılan bir tamlamadır. İşret içki ve eğlence alemlerini livata ise erkek eşcinsel ilişkisini anlatır. Yani İstanbul’un tarihi varlığı üzerinde fikir beyan edilirken hemen herkesin sözüne güveniriz. Bu kişilerden bilgi sahibi olmaları, namuslu veya düzenbaz olmaları, alkol alemlerine girmeleri veya eşcinsel olmaları beklenmez. Çünkü hiçbirinin bilgisinde bir farklılık yoktur. Hepsi İstanbul’un gürültülü varlığına şahitlik edeceklerdir. Bu açıdan rivayet edenin güvenilir bir insan olmasını bekleyen klasik tarihçilikle alay edilmektedir. 

Bir sonraki adımda bir tarihten bahsetmek için farklı referans noktalarının kullanılabileceğini gözlemleriz. Evrenin yaradılışını baz alırsak yıl 7079’da hicreti baz alırsak 1092’de ve İsa’nın doğumunu baz alırsak da 1681 yılında olacaklar anlatılıyordur. Yine tarih hakkında bilgi almak için hangi referansı kabul ettiğimizin de gerçekliğe bir etkisi olmadığını gösterilmektedir. Bu daha ilk sayfasından eserin tarihsel üstkurmaca niteliği taşıyacağını haber veriyor gibidir. 

Kafa karmaşıklığımız burada da kalmaz. Yaşanan olayların Uzun İhsan Efendi’nin kendi kafasında kurduğu bir dünyada yaşanması gerçeklik algımızı bir daha büker. Fi tarihinde bir yere gidip daha sonra romanın konusuna dahil olan karakterler, yüzlerce yıl uyuyanlar ve hatta belki de en önemlisi Bünyamin’in önce ölüp daha sonra dirilmesi gibi örneklerle sık sık karşılaşırız. Bu bana Borges’in Yüzyıllık Yalnızlık eserine benzer bir gerçeklik kırılmasıyla beni karşı karşıya bıraktı.

Özetle kafası karışık ve gerçeklik hakkında şüpheleri olan Uzun İhsan Efendi ve Ebrehe İhsan Oktay’ın gerçekliğini oluşturmaktadır. Uzun İhsan Efendi’nin oğlu olan Bünyamin’in isminin anlamının “sağ elin oğlu” olmasının bir sebebi de budur. Kendi varlığından çıkardığı bir kurmaca oğuldur aslında o. 

 



Paylaşmak Güzeldir:

Burhan Kibar
Burhan Kibar
Kendisini meraklı bir kimse olarak tanımlar. Okumaktan, öğrenmekten, tanışmaktan ve keşiflere çıkmaktan hoşlanır. Bunlardan arta kalan zamanında Münih Teknik'te yüksek lisans öğrenciliği yapıyor. Boğaziçi İşletme'den mezun. Okulunu şu an olduğu kişi açısından vazgeçilmez görüyor. Seyahat etmeyi, yeni kültürlerle tanışmayı ve onları anlamaya çalışmayı kişisel gelişim için vazgeçilmez görüyor. Kendini tanıma yolculuğundan ve yazmaktan da ekstra keyif aldığını belirtmeden edemiyor.