Bugün son dönemlerde şahit olduğum hayat tarzlarından biri hakkında konuşmak istiyorum. Konumuz İstanbul’un Şişli ilçesine bağlı Kuştepe mahallesi. Çoğunlukla Romanlardan oluşan bir mahalle olan Kuştepe, sakini olmayan kimseler tarafından tehlikeli ve korku dolu olarak sınıflandırılıyor. Bugün Kuştepe odağında, toplumsal alandan kitlesel bir şekilde dışlanarak kaderlerine terk edilen kimselerden söz etmek istiyorum.
Biliyorsunuz, toplumsal fakirliğin çözümü üzerine iki kutup var. Bir uçta hür teşebbüsün açacağı fabrikalar ile yaratacağı iş imkânının topluma olabilecek maksimum refahı sağlayacağını savunan liberal/kapitalist yoldaki kimseler; diğer uçta ise her türlü özel mülkiyetin adaletsizlik dolayısıyla sömürü oluşturacağını savunan komünistler. Bu iki uç arasında devletin ekonomik sistemlere ne kadar müdahil olduğuna göre değişen birkaç farklı isimlendirme daha mevcut tabii. Türkiye ise bu spektrum içerisinde dönem dönem sola dönem dönem sağa kayan bir anlayışa sahip. Anayasamızın 2. maddesine göre “…demokratik, sosyal bir hukuk devleti…”yiz. Bu durumun getirdiği ön kabul ise devletin ihtiyaç sahiplerine yardım edecek çeşitli refah fonlarına sahip olması ve bir şekilde ekonomik süreçlere dahil olması anlamına geliyor. Bu durum Türkiye’yi Vivien Schmidt’in Futures of European Capitalism kitabında tartıştığı üç çeşit kapitalist ekonomik sistem içerisinde Amerika, İngiltere, Güney Kore gibi ülkelerin pazar kapitalizminden çok; Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerle beraber Akdeniz kapitalizmine veya daha kavramsal bir ifadeyle devlet kapitalizmine yakınlaştırır. (Schmidt, 2002: 109) Aslında bu da çoğumuzun zenginliği, çalışkanlık ve fırsatları değerlendirip başkalarına imkân yaratmak gibi sebepler ile övmek yerine yermesinin ardında yatan sebeptir. Yazımın asıl konusunu teşkil edecek Kuştepe mahallesine geçmeden evvel Bourdieu’dan bahsederek biraz Akdeniz kapitalizmine yatkınlığımızı (veya düşmanlığımızı) törpülemek istiyorum.
Bu konuda bize rehberlik edecek kelime Bourdieu’nün düşünümsellik adını verdiği kavram. İçinde yetiştiğimiz toplumu anlamlandırırken toplumun bizi şekillendirme süreçlerinin ve sahip olduğumuz değer setlerinin bakışlarımızı körelttiğinden ve bizi daha öznel olmaya ittiğinden bahseder. Bu, Thomas Kuhn’un bilim paradigmalarını anlatırken bir sonraki yıkıma dek yalnızca genelgeçer paradigmaya yakın görüşlerin gelişme imkanı bulduğundan bahsetmesini andırır gibidir (Kuhn, 2017: 209). Kuhn’un fiziksel bilimler için kastettiğini Bouerdieu sosyologlar aracılığı ile sosyal bilimlere taşımış gibidir. Yani içerisinde yetiştiğimiz toplumun fikirleri, inanışları ve hayatı anlamlandırma şekillerinin pek dışına çıkamayız. Siyaset bunun çevresinde gelişir, hukuk bunun çevresinde gelişir, insan ilişkileri bunun çevresinde gelişir. Daha sonra bir kişi toplumu ve onun içindeki paradigmaları anlamlandırmak istedi mi bir bakar ki epeyce değişkeni doğal olarak olması gereken gibi değerlendirmeye başlamış, esas amilleri hesaba katmamış. Bunlar olmasa nasıl olurdu sorusunu sormaya fırsat bulamamış. İşte tam bu noktada bir kavram olarak düşünümsellik bizlere; aman ilk adımını atmadan dikkat et, bir karar vermeden ve çıkarım yapmadan önce ön yargılarını bilmeye çalış ve bunların sonucu bozup bozmadığının farkında ol. Konumuz özelinde ise bu kavram “Canım, devlet para versin.” veya “Dizlerini kırıp çalışsınlar.” gibi alışageldik yorumlarla sorunun çözülmeyeceğinin farkında olmak. Çünkü bu hem çok yönlü bir sorun hem de bireysel değil kitlesel bir sorun.
İstanbul’un Şişli ilçesinde yer alan Kuştepe semti, Türkiye’nin değişen ekonomik yapıları içerisinde kurulmuş bir mahalledir. Sanayi ile ilk defa 1800’lerin sonlarına doğru, açılan tütün fabrikalarında çalışarak tanışan Romanlar; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni düzende kendilerini yeniden konumlamak zorunda kalmışlardır. Kuştepe Mahallesi’nin oluşması da aslında o döneme denk gelir. Bu mahalle, 1954 yılında geçilmeye başlanan ithal ikameci* sistemin, fabrikalar kurmak amacıyla Zincirlikuyu ve Levent civarındaki Roman yerleşimlerini yıkmaya başlamasıyla kurulur. (Kazgan ve diğerleri, 1999: 33) Yine aynı dönemde Yunanistan ile yapılan nüfus mübadelesinin akabinde, Vefa semtine yerleşmiş olan Romanların Vefa’dan Kuştepe’ye gitmeye zorlandığı görülür. Bölgeye göç eden son toplumsal grup ise Anadolu illerinde yaşayan ve deşirmecilik* ile geçinen Abdal adı verilen gruptur. Çeşitli sosyal arka plana sahip ve genellikle endogamik bir evlilik yapısı benimseyen bu mahalle kendi hayatta kalma süreçlerine terk edilmiştir.
Birçoğu eskiden sepetçilik ve ormancılık yapan mahalle sakinleri, şu an çalgıcılık, hurdacılık, dilencilik, çiçekçilik, ayakkabı boyacılığı gibi meslekler icra etmektedirler. Bu meslekler kişilerin geçimlerini sağlamalarına yeterli gelmemekle kalmayıp genellikle de hem devlet erkiyle (kolluk kuvvetleri) ve toplumun diğer katmanlarıyla karşı karşıya gelmelerine yol açacak uğraşlardır. Bu çatışma hâli Romanları diğer toplum kesimlerinden ayırmakta, onların dışlanmalarına sebep olmakta ve onları birbirlerine daha muhtaç hâle getirmektedir. (Güler, Parlıyan: 2020, 53) Bu muhtaçlık pozitif olmaktan çok dışarıdaki tazyiki sönümleyebilmek amacıyla var olan negatif bir kimliklenme hâlidir. Beslendiği temel duygu; ekonomik kaygılar, dış dünyadan görülen dışlanma ve aşağılanmadır. Bu durum mahalle sakinlerinin isteyerek veya istemeyerek suça meyilli olmalarına sebep olmakta, birçok suç şebekesi için elverişli insan kaynağı ihtiyacını karşılamaktadır.
Ayrıca, bu tarz Roman mahallelerinin bireysel fakirliğin çözümü olan yöntemlerden de bağışık olduğunu unutmamalıyız. Dernekler, vakıflar ve aynı mahallede yaşayan insanların dayanışma kültürü içerisinde yardımlaşarak yaşamlarına devam etmeleri gibi çözümler Roman mahalleleri için geçerli değildir. Bahsedilen çözüm yollarının tamamında maddi durumu yeterli olan insanların çeşitli motivasyonlarla kendilerinden kötü durumdaki kimselere yardım etmesi hâli mevcuttur. Toplumsal alandan süpürülmüş, bir arada ve suç içerisinde yaşamak durumunda olan kitlesel bir kalabalığın böyle imkânlardan mahrum olduğu açıktır. Tek seferlik yardımların ve devletin oluşturacağı geçici fonların yaraya merhem olmayacağını da öngörebiliriz. Çünkü bu insanların yaşam tarzları birikim yapmaya ve gelecek için yaşamaya elverişli değildir. Yine Bourdieu’nün bahsettiği habitus kavramı bu noktada dikkate değerdir. Kişi çevresinden öğrendiği davranış setlerini gerçekleştirirken evinde hisseder, rahattır. Aynı bir futbolcunun topa vururken rahat hissetmesi gibi. Bu insanlar da yaz gecelerinde sokağa halı serip bira içerken kendilerini doğru hissederler. Bu doğruluk hâli içerisinde devletin yardımları ve fonlarla sağlanacak çeşitli mali imkânlar, insanların hayatlarını iyileştirmek ve yoksulluk tuzağından kurtulmalarına yaramayacak olup yalnızca daha fazla gün bira içerek eğlenebilmelerini sağlayacaktır.
Öte yandan bu sorun düzeltilemedikçe toplum içerisinde birbirlerini görmeye dahi tahammülleri olmayan iki farklı kesim oluşmaya devam edecek, insanlar birbirinin varlıklarını yok sayarak yaşamaya devam etmeye çalışacaktır. (Dikkat: Sonraki cümle spoiler içerir.) Edgar Allen Poe’nun Dedektif Dupin öykülerinden “Morg Sokağı Cinayeti”nde Afrika’dan gelen bir gemiden kaçan bir canlının yüksek katlı ve korunaklı evinde sakince oturan yaşlı bir kadını ve kızını öldürmesi olayı yaşanır. Birçokları bu hikâyeyi ırkçı ve zenofobik bulsa da ana fikri açısından önemli görüyorum. Başka bir habitusa sahip insanları açlığa ve sefalete yeterince uzun süre mahkum ederseniz günün birinde o insan sizi korunaklı evinizde bulur. Aslında bunu hâlihazırda Roman mahallelerindeki suça yatkınlık ve yüksek hapis oranlarında görüyoruz. Aralık 2020 tarihinde Edirne’de yaşayan Romanlarla yapılan bir araştırmaya göre katılımcıların % 38.2’si son 5 yıl içerisinde karakola götürülmüştür (Güler, Parlıyan: 2020, 63). Tabii buna hapis cezası almış olanlar ve o tarihte hapiste olanlar dâhil değildir. Bu %38’lik kesimin %21’i uyuşturucu suçundan, %10’u ise yaralama suçundan hapse girmiştir. Kentleşmenin varoşlara hapsettiği bu kitlesel grubun toplumun geri kalanı ile ilişkisinde karşılıklı zarar temasının hâkim olduğu açıktır.
Bu konuda benim aklıma gelen çözüm önerilerinden biri bu kişilere onların sahip oldukları habitus ile ilişkili bir zanaat öğretmektir. Bu insanların konargöçer orijinli olduğu ve Osmanlı’nın son dönemlerindeki tütün fabrikası deneyimi hariç pek de işçi olarak çalışmadıkları göz önünde tutulursa fabrikalar açmak ve işçi olarak istihdam etme yerine onların yaşam pratiklerine ve becerilerine uygun zanaatler öğretilebilir. Örneğin, sepet örmeyi ve çiçekçiliği öğrenmiş bir halk pek tabii el işi işleri yapabilir. Katma değeri daha yüksek ve ihracat potansiyeli olan Türk halısı dokuması işi buna bir örnek olabilir. Onun dışında marangozluk, oyma kakma sanatları veya bu tarz unutulmaya yüz tutan başka zanaatler bu kişilere öğretilerek onların topluma katılmaları sağlanabilir.
Öte yandan sporun da dönüştürücü etkisini atlamamalıyız. Spor yapan insanlar hayatlarını buna göre ayarlamak durumundadır. Beslenmeleri, uykuları ve davranışları buna bağlı olarak değişir. Aynı zamanda sporun toplum tarafından kabullenilmeleri için önem arz edeceğini de düşünüyorum. Bu konudaki başarılı örneklerden birisi ise Zeytinburnu Belediyesi’nin bir kısmı madde bağımlılarından oluşan buz hokeyi takımı. Bu insanlar bağımlılıklarını yendikleriyle kalmadılar sayıları da arttı. Bu tarz örnekleri artırıp topluluğa yayabilirsek bir şeyler elde etmiş oluruz. Böylelikle iki toplumsal grubun da birbirlerine karşı çektiği duvarlarda delikler açılır, içeri gün ışığı sızmaya başlar. Gün ışığı duvarın yıkılması demek değildir ama daha aydınlık yarınların ilk adımıdır.
*Yurt dışından alınan maddeleri cari açığı azaltmak amacıyla ülke içerisinde üretmeyi teşvik eden ekonomik sistem.
* Deşirme köy köy veya ev ev gezip çalgıcılık veya dilencilik yaparak para kazanma işidir. Neşet Ertaş hakkında yapılan şu habere bakarak konu hakkında daha çok bilgi sahibi olabilirsiniz.
Kaynakça:
1- Kazgan, G. ve Kirmanoğlu, H. ve Çelik, Ç. ve Yumul, A. (1999) Kuştepe Araştırması, İstanbul: Bilgi
2- Schmidt, Vivian (2002). Futures of European Capitalism, New York, Oxford University Press
3- Kuhn Thomas (2017) Bilimsel Devrimlerin Yapısı, İstanbul, Kırmızı Yayınevi.
4- Güler M., Parlıyan B. M. (2020) Kent ve Çevre Araştırmaları Dergisi. Cilt 2 Sayı: 2, Aralık 2020