Mükemmel Olmaya Çalışıyorum, O Hâlde Mükemmelim 
Ağustos 3, 2023
Anadolu Ateşi İzlenimleri 
Ağustos 3, 2023

Turuncu

Renklerin insan hayatına etkileri olduğuna inanır mısınız bilmiyorum. Ben pek inanmıyorum ama yukarıda adını zikrettiğim renk, hayatımın benzer nitelik taşıyan dönemlerinde hep karşıma çıktı. Bazen isteyerek bazense istemeyerek seçtiğim bu renkten bahsetmek istiyorum bugün. 

Ortaokulda o zamanın sınav sisteminin de teşvikiyle dershaneye yazılmıştım. Dershanedeki hocalar da okulumdaki hocalar da sağ olsunlar haftanın neredeyse her gününe o kadar çok ek ders etüt bilmem ne koymuşlardı ki haftada 50 saat derse gidiyordum. Eve her geldiğimde üstümden ağır bir kamyon geçmiş gibi hissederek kendimi yatağa atıyordum. Yemek bile yemeden uyuyakaldığım günleri hatırlıyorum. Çevremdeki insanlara özellikle de büyüklere sürekli bunun derdini yanıyordum:

“Haftada 50 saat derse giriyorum.” 

O yaşta, hayır dershaneye gitmek istemiyorum demenin bir başka yoluydu belki de bu. Lütfen bana acıyın ve bu kadar yükten kurtarın. Ancak bıçağa kafasını uzatan bir koyun edasıyla lise sınavı geçene dek bu yoğunluğu resmen azaltamadım. Bazen dersi astım bazen de derse girip dinlemedim ama bedenen veya zihnen o 50 dersin tamamında orada bulundum.

Aradan birkaç sene geçti, liseye başladığım lisedeki öğrenciliğimin pek parlak olmadığı anlaşılınca lise değiştirmem mevzubahis oldu. Derslere pek girmiyordum, hayır derslere giriyordum ama dersten sonra eve pek girmiyordum. Dolayısıyla notlarım pek iyi değildi ve bu ailemde kaygı yaratmıştı. Bunun da çözümü ise daha sıkı bir özel liseye geçmemdi. Aslında o dönemki çevremle çok mutluydum. Okuduğum lise, arkadaş çevrem ve hatta gittiğimiz park bile konfor alanım olmuştu. Zaman geçirdiğim kafeler, yemek yediğim dükkânlar belliydi. Hepsinin işletmecisi ile arkadaştım ve neden değiştirecektim ki? 

Nasıl ve ne zaman olduğunu tam hatırlayamadığım bir noktada ikna oldum ve lise değiştirmeyi kabul ettim. Yukarıdaki soruyu kendi kendime yanıtlamıştım aslında, geleceğim için lise değiştirecektim ama kendim için onca insanı bırakmak kötü insanlara has bir davranış gibi hissettirmişti. Bunu arkadaşlarıma o zaman itiraf edemedim, suçu aileme attım sanki baskılıyorlarmış ve zorla okul değiştiriyormuşum gibi. Öyle ya, her şey bu kadar iyiyken kim arkadaşlarını bırakıp kendi geleceği için okul değiştirirdi? 

Yeni geçtiğim okulun da renkleri dershanem gibi turuncuydu. Günde 10 saat dersleri ve cumartesi etütleri vardı. Bu sefer yalnızca ben değil, içine dahil olduğum bütün bir okul grubu olarak yorgunluğu hissediyordum. Çoğumuz eve geldiğimiz gibi uyuyorduk. 

Eski lisemi özlüyordum ve yeni lisemdeki her şey gözüme batıyordu. Evime çok uzaktı, soğuktu, yemekleri kötüydü ve yorucuydu. Bir güne o kadar ders mi konurdu? Yok, şimdi düşününce negatif baktığım için değil de gerçekten kötü olduğu için gözüme batıyormuş. Bir arkadaşımın hocalardan birine dert yanarken ki bir cümlesini hatırlıyorum:

“Araba çarpmış gibi hissediyorum eve gittiğimde.” 

Bazen derslere girerek bazen girmeyerek bu liseye de alıştım. 11. sınıfta günde 4 dersten fazlasına girmeme kuralı koyduğumu hatırlıyorum kendime. Okula gidiyordum ama dersleri asıyordum anlayacağınız. Böylelikle açıktan ses yükseltemediğim bir dışarıdan dikte faaliyeti daha arka plandaki aksiyonlarımla boşa çıkmış oluyordu. Ama tümden haylazlığa yol açmış da değildi. Okul sırasında dersleri asmanın verdiği enerji, eve döndüğümde kendi başıma çalışacak gücü veriyordu. Derslere girmiyordum ama notlarım iyiydi. Herkes memnundu, pek sıkıntı çıkmadan o sene tamamlandı. 

Lise sondan üniversite bitene dek herhangi bir baskıyla karşılaşmadım. Bile isteye çok ders çalıştım ve bir şekilde örgün eğitim hayatımı bitirmiş oldum. Turuncu rengi de karşıma hiç çıkmadı. Derslerden bunaldığım oldu, ama çalışmayı da çalışmamayı da -genellikle- ben seçtim. 

Üniversite bittikten sonra işe girdiğim firmanın da renkleri turuncuydu. Bu işe girmeyi seçerken karar süreçlerine dershaneye gitmek ve lise değiştirmek durumlarından daha çok dahildim ama yine de turuncuydu işte. Turunculuğunu yapacaktı. İşe gittiğim ikinci günü hatırlıyorum. Eve geldiğimde ruh gibiydim. İş akşam 8’e doğru bitmişti ve eve geldiğimde saat 9’a geliyordu. İlk refleksim telefona sarılmak olmuştu. Kurduğum cümle de bu sefer sinirle, şuydu: 

“Günde 12 saat çalışıyorum.” 

Ortaokuldaki hâlim yeniden mi dirilmişti, yoksa hep içimde miydi inanın bilemiyorum ama kendini tekrar eden bir durum vardı ortada. Kendi seçtiğim ama bu kadar çalışmayı da seçmediğim bir ortam ve sinir hüviyetine bürünmüş bir yardım çağrısı. Sonra gözümün önüne başka arkadaşlarım geldiler. Uzun saatler çalışıp tatmin olmadıkları işi yapmak zorunda olan kişiler, çok az çalışan ama son derece sıkıcı işler yapan kişiler ve diğerleri… Sonra aslında insanın gerçekten yorulmadan bir şeyler öğrenemeyeceğini keşfettim. Lisede de böyle olmamış mıydı, derslerden kaçıyordum ama her akşam eve döndüğümde ders çalışıyordum. Evet, kimse istemezdi günde 12 saat sürsün mesaisi, ama hayatta herhangi bir şey üzerine günde 12 saat kafa patlatmayınca da ilerlemek istenilen alan her ne olursa olsun pek yol kat edilmiyordu. Zaten bu hayat bazen de isteklere rağmen gereklilikleri yönetme sanatı değil midir? (Evet, öyledir.) 

Bu fikir beni ikna etti. Fiziksel yorgunluğumla değil belki ancak içimdeki huysuz ve içerlemiş çocukla konuşup onu böylesinin daha doğru olduğuna inandırdım. 

Bir sonraki yazıda görüşene dek, sağlıcakla kalın! 



Paylaşmak Güzeldir:

Burhan Kibar
Burhan Kibar
Kendisini meraklı bir kimse olarak tanımlar. Okumaktan, öğrenmekten, tanışmaktan ve keşiflere çıkmaktan hoşlanır. Bunlardan arta kalan zamanında Münih Teknik'te yüksek lisans öğrenciliği yapıyor. Boğaziçi İşletme'den mezun. Okulunu şu an olduğu kişi açısından vazgeçilmez görüyor. Seyahat etmeyi, yeni kültürlerle tanışmayı ve onları anlamaya çalışmayı kişisel gelişim için vazgeçilmez görüyor. Kendini tanıma yolculuğundan ve yazmaktan da ekstra keyif aldığını belirtmeden edemiyor.