Sağ sol sağ sol sağ sol…
Ulaşın ona öğrettiği bu yöntemi her depresyona girecek gibi olduğunda yapardı. Depresyon yani çukura düşmek, çukur. Yataktan kalkacak enerjisi olmadığında gözlerini bir sağa bir sola hareket ettirirdi ki beyni bir tehlike olmadığını, çukura düşmediğini anlasın. Saat sarkacına benzeyen bu tek düze ruhsuz akış, iyi gelmek şöyle dursun midesini bulandırmıştı. Derin bir iç çekmek için ciğerlerine hava dolduracak oldu, ama yapamadı ciğerine bir şey batmış gibiydi. Göğsünde bir ağırlık hissediyordu, sanki yüksek bir yerden düşmüş ve kaburga kemikleri kırılmış gibiydi. Evet, kemik kırıkları hissediyordu, psikolojik kemikler ve bilişsel acılar. Yataktan kaldıramıyordu başını, depresyon depresyon diye sayıklarken uyuyakaldı.
Kocası Enes eve geldiğinde uyumaya devam ediyordu. 40’lı yaşlarının başında bir devlet memuru olan bu adamın sahip olduğu en garip şey, sağ kaşının üzerinde yer eden kocaman leke idi. Şanlıurfa’nın pek de merkezi sayılmayan bir köyünde dindar bir aile tarafından büyütülmüştü. Abisi o doğmadan öldüğü için onun ismini ve nüfus cüzdanını almıştı. Abisinin adıyla dünyaya gözlerini açan Enes, abisine layık bir kardeş olmak istercesine didinmiş, bugünlere tırnaklarıyla kazıyarak gelmişti. Gerçi o, kendisinin büyük adam olacağını düşünen akrabalarını çatlatmak istercesine 15 senedir iş yerinde oturduğu koltuğu bile değiştirememişti ama olsundu, okumuştu ve köydeki herkesin saygısını kazanmıştı. İşini hakkıyla yaptığına inanır, insanlarla pek tartışmaz, babasından kalan tarlanın kirasıyla geçinip giderdi. Beyazlamaya başlayan saçlarını itinayla siyaha boyar, dökülen kısımları da gizlemek için saçını uzatıp sağa sola yatırırdı.
Enes, İlayda’yı yatakta yatıyor gördüğünde sinirlendi. Kalbi çarptıkça vücuduna dağılan sıcak bir öfke hissetti. İnsanı hareket etmeye, intikam almaya iten cinsten bir öfke… Dişleri gıcırdıyordu, kanının damarlarında aktığını hissederek yatak odasına doğru bir adım attı. Artık yumrukları da sıkılıydı. İşte, karısı yine aylaklık, yine tembellik peşindeydi. Oğullarıyla ilgilenmemişti. Çalıştığı işi bırakalı çok olmuştu, oturup kitap bile okumazdı, bulmaca çözmezdi, evi bok götürürdü. Sahi ne işe yarıyordu bu kadın? Yarın yok olsa kim ne kaybeder ki? Kalk yerinden ulan diye fısıldadı. Bağıramadı çünkü hiç o kadar cesur olmamıştı. Hayatında kimseye bağırmamıştı. Ama böyle kalsın istemedi, bir şeyler yapmak ve kazanmak istedi. Kızgınlığın verdiği şevkle parmaklarını geçirerek sıktı İlayda’yı, ya da sıktığını sandı çünkü uyandıramadı bile. Baskının yetersiz olduğunu fark edince yenilmekten de korkarak onu sarstı. Kararlılığı uzun sürmedi, korku hissetti. İlayda’ya zarar vermekten korktu, biraz önceki öfke yerini suçlu bir korkuya bıraktı. Bütün bunlar bir göz açımı sürede oldu. Parmaklarını önce gevşetti sonra suçlu bir çocuk gibi geri çekti ellerini. İlayda mahmur gözlerle ona baktı. Bakışlarında acı vardı ama Enes bunu anlamamıştı. “Yemek yok, siz söyleyin bir yerden!” diyebildi ve sırtını döndü. Söylediklerinin cevabının gelmesini bile beklemeden yeniden uyuyakaldı.
Enes yatağın kenarına oturdu. İlayda’yı uyandıracağını bilen bir ses tonuyla konuşmaya başladı. Neler oluyor İlayda diye söylendi. Öfke ve korku gitmiş annesini özleyen çaresiz bir çocuk gelmişti. Sanki annesini arıyor, annesi onu sevsin diye çabalıyordu. Annesinin söylediklerine cevap vermemesinin protestosuydu bu sözler. Ama bunu amatörce yaptığı her Hâlinden belliydi, sanki hiç sevilmek için annesine bağırmamış gibiydi. İlayda’nın sırtına bakmaktan korkarak sordu:
Neler oluyor, çok korkuyorum hâlinden. Tüm gün uyuyorsun, Hakanla ilgilenmiyorsun, çalışmıyorsun, yüzüme bile bakmıyorsun. Yorgun hissediyorum artık. Bütün bu olanlar… Cümlesini bitiremeden gözleri doldu.
Bu sefer öfkelenme sırası İlayda’daydı. Kocasının gözünün önünde eriyip gidiyordu, bir türlü onu oradan çıkarmayı beceremiyordu. Düpedüz depresyondaydı işte, elini uzatmaktan aciz miydi? Pasifliğin ve iradesizliğin vücut bulduğu bir adam olması yetmiyor bir de utanmadan ağlıyordu. Çukura düşene yardım eli uzatılırdı, ona ağlanmazdı. Beceriksiz herifin tekiydi, özellikle de en çok ihtiyaç duyduğu anlarda. Sürekli Enes’i suçluyor ve ondan adım bekliyordu. O istiyordu ki kocası onu kucaklasın, “Bir daha olmayacak, geçti!” desin. Onu herkesten korusun, bütün sorunları çözsün. Kendi çektiği acılardan onu korusun, ona bir rahatlık bahşetsin. Hiçbiri olmadığı gibi bir de işittiği laflar, duygusal dengesizlikler de cabasıydı.
Kızdığını belli eden ters bakışlardan fazlasına gücü yetmedi. Gözlerini açarak baktı, Enes’in zar zor ettiği lafları sindirmeye yetecek kadar, daha fazlası değil. Sonra eski pozisyonuna döndü. Son iç çekişini Ulaş, neredesin Ulaş diyerek bıraktı. Gözleri doldu ama ağlayamadı bile. Sanki bütün bir gerçeklik ona bir cam kırığından geçerek geliyordu. Filtreli algılıyordu her şeyi. Hisler, fikirler, bütün bir dünya bir başka perspektiften yansıyordu zihnine.
Yataktan doğrularak su içti. Suyu doldururken yorulmuştu. Sırtında bir ağrı hissetti. Güçsüzlüğünü, yaşlandığını düşündü. Hayır, yaşlanmamıştı henüz. Daha 40’ına varmamıştı gerçi ama bu ağrılar yaşından olamazdı. Gerçi bitmekte olan şölenin ağızlarda bıraktığı kekre tat kendisinden uzak değildi ama yalnız yaş olsaydı mücadele ettiği, onu yenerdi, biliyordu. Onun yarası hayatına aldığı hayatta soluk almak için durduğu ve güvendiği insanlarlaydı. Onu en çok ihtiyaç duyduğu anlarda bırakan sorumsuz insanlar, bilhassa erkekler… Yaşları fark etmeksizin hepsi aklı beş karış havada, ciddiyetsiz ve korkak çocuklardı. İsimler, yüzler, eğitimler, milliyetler her şey değişiyor ama karakter aynı kalıyordu. Hep tekrar eden bir dizi gibi, örgü yumağı gibi birbirinin aynısı erkekler…
Birkaç gün sonra işlerin böyle gitmeyeceğini düşünerek dışarı çıkmaya karar verdi. Karar verdikten sonra hazırlanmak için yataktan çıkması yarım saat sürmüştü. Aman Yarabbi, ne ıstırap dolu bir yarım saatti o. Karar vermeye yetecek enerji yok, suçluluk, suçluluk… Hadi diyordu, şimdi kalkacağım ayağa, ama hayır mümkün değil olmuyordu. Sonunda perdeden sızan güneşten bunaldı da öyle kalktı. Sallanarak ve oldukça ağır hareketlerle hazırlandı. Kirli temiz demeden eline geçen kıyafetleri üstüne geçirdi. Odada yürürken kemiklerini hissediyordu, yere attığı bir kıyafetin fermuarı ayağına batıyordu sonra ağlamaya başlıyordu, bağırıyordu ve küfrediyordu.
Oğlu Hakan kapının pervazından dikkatli gözlerle annesine bakıyordu. Ona yardım etmek, annesini bu acılardan kurtarmak istiyordu. Büyümek istiyordu hemen, güçlü olmak ve annesini iyileştirmek. Doktor mu olması gerekiyordu, doktor olacaktı. Zengin mi olması gerekiyordu, zengin olacaktı. Hayatta tek hedefi olacaktı, güzel annesinin bütün acılarına son vermek. Babasının beceriksizliğinden onu kurtarmak. Hakan her zaman olduğu gibi o gün de annesine yardım etti. Babasına ve kadere ilenerek annesinin yere attığı kıyafetleri dolaba kaldırdı. El ele tutuşarak dışarı çıktılar.
Öte yandan Ulaş hayatına devam ediyordu. İşe gelip gidiyor, yeni insanlarla tanışıyor ve mutlu görünüyordu. İşten çıkmadan hemen önce pek de tanımadığı Ali Abi, elindeki kahveyle Ulaş’a laf attı:
— Genç Werther’in Acıları kitabını okumuşsundur.
— Tabii, klasikleri herkes okumuştur. (Okumamıştı.)
— İşte oradaki Werther de nişanlı bir kadına âşık oluyordu. Ona ilgi gösteren başkaları olsa bile o sürekli o kadını yani Charlotte’ı düşündüğünden hayatına devam edemeyip intihar ediyordu. Werther’den bu yana 250 sene geçti ama imkânsıza âşık olanlar, başkasının mutluluğuna göz dikenler hiç değişmedi.
“Hayrola abi bir sorun mu oldu?” diyebildi Ulaş.
Hayır, hayatlarımızın birbirine ne kadar benzediğini ve yüzlerce yıl geçse teknoloji değişse bile insan olduğumuzu unutturmayan eserlerden bahsetmeyi seviyorum.
Bu lafı ettikten sonra Ulaş’ın eline Werther’i tutuşturmuştu. Kitabı okumadığımı anladı da başka neyi düşünüp böyle köşeli laflar etti diye düşünüp ters ters Ali abisinin suratına baktı.
Garip bir kasvetle fısıldadı:
Werther, Werther.
Ulaş, eve döndükten sonra sabaha kadar ara vermeden kitabı okudu. Garip bir albenisi vardı bu kitabın. Sinirleniyordu Werther’e, aptal buluyordu onu. Ailesinin şerefini iki paralık eden züppe bir evlat gibi hayal ediyordu, buldumcuk, çiğ. Erkek ırkının şerefini, erkek olmaklığın insana yüklediği misyonu anlayamamış bir zavallıydı. Yöneteceği, emredeceği, boyun eğdireceği yerde köle olmayı ram olmayı seçiyordu. Âşık olmak gibi bir hataya düşmüş ve yenilmişti. Tüm bunlar yetmiyor gibi kendi ıstırabını katmerlendirmekten, çaresizliğini bayrak gibi taşımaktan zevk alıyordu. Charlotte evlendikten sonra kocasıyla arkadaşlık etmek neyin nesiydi? Tırnaklarıyla boğmalıydı Albert’i. Karşılaştıkları her ortamda soğukkanlılığını koruyarak ama arkasından da iş çevirerek ince ince hareket etmeliydi. Şu yeni çıkan Amadeus oyununda Salieri’nin Mozart’ı yenişi gibi, ilmek ilmek.
Werther ne yaptı? Charlotte’ın sonsuza kadar onu sevemeyeceğini düşünüp acı çekti. Oturduğu yerde sallanmaya başlamıştı. İleri geri gittiği sandalyesi gıcırdıyor sesi duydukça daha çok sallanmak istiyordu. Penceresinden içeri giren güneş gözünü alınca bıraktı sallanmayı. Sabah olmuştu. İşe gitmesi gerekiyordu. Hayır, gitmeyecekti.
Yorgundu, uyuyacaktı. Aklında Werther ve Albert’e karşı verdiği savaşı kazanmıştı. Galip bir komutanın bu kadarcığa hakkı olmalıydı.
İlk Pirius zaferini kazanarak kaybetmişti. Bunu diğerleri izleyecekti.
Ertesi gün uyandığında telefonunda 12 cevapsız arama vardı. Hepsi iş yerindendi. Yüzleşecek gücü bulamadı kendinde. Avuç içleriyle yüzünü ovuşturdu.
Hassiktir ya, saat 11 olmuş dedi.
Yalan söyleyebileceğini düşündü. Her zaman güçlü olmak zorunda değildi, bir seferlik kendisinin de başkaları gibi olabileceğine inandı. Her sorun olduğunda ilk kendisini ararlardı. Herkese, her şeye koşar ekipteki herkesten daha iyi anlardı işinden. Bu sefer onları kaderleriyle baş başa bırakacaktı. Annesinin kalp krizi geçirdiğini, aceleyle evden çıkarken telefonunu unuttuğunu sonunda da uyuyakaldığını uydurdu. Bütün bunları annesi ona kahvaltı hazırlarken yazmıştı.
Annesi Nuray, endişeli gözlerle oğluna baktı. Yüzünü okşayarak sordu:
— Oğlum, iyi misin sabah uyanmadın?
— İyiyim anne, iyiyim! İşten izin almıştım, dün bir proje üzerine çalışıyorduk da yorulmuşum dedi.
— E arka arkaya aradılar seni. Hatta ben açtım sonunda da öyle kesildi. Bilmem neden uyuyorsa hiç böyle yapmazdı uyanınca sizi arasın olur mu oğlum dedim. Onlar da saygılı çocuklarmış, selam söyle teyze dediler.
Ulaş’ın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Tepki bile veremiyordu, aklından sürekli insanların onunla alay edecekleri fikri geçiyordu. Midesi bulanmaya, başı dönmeye başlamıştı. İnsanların tepkilerinden, çizdiği “güçlü adam” imgesinin zarar görmesinden korktu. Sadece bir kez yalan söylediğinde başına gelenleri düşündü. Talihe sinirlendi.
Yol boyunca Hakan İlayda’ya okulda öğrendiği şeylerden bahsetti. Başarılı bir çocuktu, öyle olması gerekiyordu da. Annesi için başarılı olması gerektiğine inanırdı. Gerçi o pek sevgisini göstermez, yarım ağızla takdir ederdi. Sadece 100 aldığı zaman kafasını okşardı oğlunun. Öyleyse derdi Hakan, bu mutluluk anı için ben de 100 alırım. Okulda başarısızlığa tahammülsüz yetişmişti. Bir kere 93 gibi bir not almıştı. Akşama kadar ağlamıştı, yanına gelip teselli edenlere saldırmıştı. Öğretmeni yanına çağırdığında, göz yaşlarını tutamayarak şöyle söylemişti:
“Annem başımı okşamayacak!”
İlayda Hakan’ın sürekli aptal çocuk bilgileri anlatmasından bunalmıştı. Sıçayım organellere diyordu. Zihninin içindeki hayal dünyasına dönmek istiyordu. Üniversiteden beri görmediği bir arkadaşının kendisine ilgi gösterdiğini düşünüyordu. Hem Enes hem Ulaş kıskanıyorlardı. Bazen ağlıyor, bazen sinirleniyor bazen de yalvarıyorlardı. Ama aklından geçirdiği her hayalde yeni bir insanın yardımıyla Enes ve Ulaş’ın uğradığı bozgun vardı. İlayda’ya hak ettiği değeri verdikleri vardı.
Eve geldiklerinde daha iyi hissediyordu İlayda. Salçalı makarna hazırladı herkes için. Hakan iştahla yedi yemeğini. Sanki annesinin melek elleri, sihirli elleri bu basit yemeği cennetten bir armağana dönüştürüyordu. Annesinin yaptığı her şey neden bu kadar güzeldi? Bu kadar eksiksiz bir kadın babası gibi bir adamı nereden bulmuştu?
Enes yemekten memnun olmasa da İlayda’nın bir şeyler yapmaya başlamış olmasından memnundu. Keyifli hissetti. Mutfakta İlayda’yla birer sigara tüttürdüler. Sigara içerken tek gözünü kapatır, kafasını da o yöne doğru eğerdi. Yine öyle dururken İlayda nevrotik kahkaha koyverdi.
— Be adam, hiç mi düzgün hareketin yok? Doğru dürüst içsene şu sigarayı. Ağzın yüzün yamulmadan.
Karısının alaycı da olsa eğlenerek bir şeyler söylemesinden hoşnut olan Enes, bu hakaretlere hiç aldırmadı. Eliyle karısının omzuna dokundu. Baş parmağıyla omzunu okşayıp salona gitti. Televizyonda aradığını bulamayınca canı oğluyla top oynamak istedi. Her baba gibi o da oğlu daha doğmadan onunla futbol oynamanın ve ona araba sürmeyi öğretmenin hayalini kurmuştu. O gün de hazır iyi hissediyorken artık daha fazla ertelemek istemediğini fark etti. Kilerden aldığı futbol topunu koltuğunun altına sıkıştırarak oğlunun odasına gitti.
— Hakan hadi futbol oynayalım, dedi ışıldayan gözlerle.
Hakan sinirlenerek baktı babasına. Ders çalışıyordu, ne hakla onu bölebilirdi? Bu pısırık herifin annesine ettikleri yetmiyordu, bir de kendisini annesinin sevgisinden alıkoymak için türlü yollar düşünüyordu.
Gözlüğünün üstünden ters ters bakarak:
— Olmaz, olmaz baba, ders çalışıyorum.
Az önceki mutluluk haresi yok olmuştu. Al işte dedi, azıcık bir mutluluk bile bu ailede bana çok görüldü. Topu biraz babalığından utanarak kilere doğru fırlatıp dışarı çıktı. Yenilmiş hisseden ve sorunlarıyla uğraşmayı beceremeyen erkeklerin gittikleri yerler pek çeşitlilik arz etmez. Enes de o gece diğer hemcinsleri gibi kendini bara attı.
Barın önüne geldiğinde içeri girmekten çekindi. Arabanın içinde oturup düşünmeye başladı. Çocukluğunda evlilik yıllarını düşünürdü. Kırmızı bir koltuk üstünde aile fotoğrafı hayal ederdi. Sanki mutluluğun anahtarı buymuş gibi düşünürdü. Kendisi güçlü olmalıydı, ailesine refah dolu bir hayat sunabilmeliydi. Herkes de birbirini sevmeliydi bu ortam içerisinde. Gözler sevgiden parlamalı, herkes üstüne düşeni yapmalıydı. İlk hayal kırıklığı kendinden başlamıştı. Memuriyetinin hiç terfi ve taltif görmeyeceğini anladığında çoktan evlenmişti. Riskli kararlar verilemeyecek evreye girmişti, kredi borcu ödüyordu. Hak etmeyen kimler kimler terfi almıştı ama maaşları hala kuş kadardı. O yüzden içindeki nefret bu terfi mekanizmasına değildi, geçimi sağlamayı beceremeyişineydi, kendineydi. Ailesine o hayal ettiği alım gücünü verememişti. 1-0 geride diye fısıldadı kendi kendine. Sonra karısı İlayda son zamanlarda artmakla birlikte uzun süredir melankolik bir hava içine düşmüştü. Ne yapsa ne etse kâr etmiyor, bir türlü bir şeyleri değiştiremiyordu. 2-0 geride dedi bu sefer. Oğlu Hakan, hayal ettiği bir çocukluktan çok uzaktaydı. Hep erkek bir evladı olmasını dilerdi. Onunla futbol oynayacak, ata binecek, gönül meseleleri konuşacaktı. Araba sürmeyi öğretecek, cebine harçlık koyacaktı. Kendi babası gibi bet suratlı olmayacaktı. Olmamıştı, oğlu sürekli araya duvarlar koyarak kaçıyordu babasından. Gözleri sola, uzağa doğru daldı. Ve 3-0 mağlup diyebildi. Bir süre arabanın içinde oturduktan sonra artık bara girmeye karar verdi. Omuzları düşük, yenilmiş bir askerin şehre dönüşünü andıran bir havada girdi içeri. Etrafı gözledi, sigara dumanından gözlerinin yandığını hissetti. Sık kırpmaya başlamıştı gözlerini ve güvensiz hissediyordu. Sevmezdi tanımadığı insanların olduğu ortamları, oldum olası sevememişti. Bar masasındaki yüksekçe tabureye oturdu ve kendine bir martini söyledi. Ne olduğunu bilmiyordu, pahalı olduğunu düşünüyordu. Statüsünü yerine getireceğine inanıyordu. Zaplarken karşısına çıkan bir filmde duymuştu bu ismi. O zaman gülmüştü, şimdi kendisinden intikam almak için kullanıyordu. Ay sonu faturaları için bir mucize bekleyeceğini bile bile pahalı bir içki söylemişti.
İlk yudumu boğazından aşağıya inerken kendini kural dışı hissetmişti. Başarısız olduğu gerçeklikten sıyrılıyor gibi hissetmişti. Etrafı izlemeye koyuldu. Sokakta görse yolunu değiştireceği, bu serseriler de her yerdeler diyeceği değişik saç kesimli bir arkadaş grubu, sol yanağında yumruk büyüklüğünde bir iz bulunan kırklarında bir adam, birkaç şımarık lise öğrencisi ve bir de iki sandalye yanında 20’lerinin sonunda veya 30’larının başında diyeceği ince telli bıyıkları olan sarışın bir adam daha. Bu sarışın adama kanı ısınmıştı. Diğer herkesten daha yakın hissediyordu ve içeriye girdiği zamanki endişesini hatırladı, bu geceyi bu hisle geçirmek istemiyordu. İşte kurtarıcısı karşısındaydı. Nasıl adım atacaktı?
Her zaman olduğu gibi bu sefer de kendisine fırsat bırakmadan talihin eli devreye girmiş ve Enes’e yardım etmişti. Adamın telefonu çaldı:
— Hayır anne, iş arkadaşlarımla dışarıdayız. Merak etme, uyu sen anahtarım var.
Enes adamın tarafına doğru beline kadar eğilerek ailesel sorunlar hepimizi birleştirmez mi diye sordu, muzip bir ifadeyle.
Sorar sormaz pişman oldu ve terslenmekten korktu ama bu adamın hoşuna gitti. Aslında adam ona acımıştı ve onu etrafa yaydığı zavallılıktan kurtarmak istemişti. Onları birleştiren şey ise kendi hayatlarındaki yenilgilerden kaçışlarıydı.
Adam elini uzattı Enes’e, “Ben Ulaş!” dedi. Enes hararetle ve saygıyla sıktı bu adamın elini, kurtulmuştu kimseyi tanımama hissinden. İçinden oh çekti. Hayatında ilk defa bir kadehi içinden o kadar gelerek kaldırdı ve herkes tarafından duyulmak istercesine bağırdı:
Sağlığımıza.
Gecenin devamında hiç kimse hislerinden bahsetmedi. Fenerbahçe’nin bitirici forvet ihtiyacından, Anadolu Efes’in Final Four’a kalamamasından ve siyasetin gidişatından bahsettiler. Ulaş çok mutlu hissediyordu kendini sonunda bir öğrenci bulmuştu. Enes kendisinin Magnum Opus’u olacaktı. Şaheserim diye övünecekti onun değişimiyle. Onu kendini hapsettiği sünepelikten kurtaracaktı. Enes ise birilerinin kendisini dinlemesinden hoşlanmıştı. Sonunda bir dostu olacaktı ve onu zorunda kaldığı için değil, gerçekten istediği için dinleyecekti. Üstelik hesabı da Ulaş ödemişti. Daha ne dilerdi tanrıdan?
O gece Enes eve mutlu döndü. Yenilgi hislerini, ailesini, kendini suçlamalarını her şeyi geride bırakmıştı. Yatağa heyecanla yattı, sevilmenin, kabul edilmenin heyecanıyla uykuya daldı. 2 saat spor ve siyaset konuştuğu kişi bir anda hayatındaki en önemli insan haline gelmişti. İçi içine sığmayarak uyudu.
Enes ertesi gün uyandığında da iyi hissediyordu ama uzun sürmedi bu mutluluk. İşe gitmek hazırlanırken hiç ütülü gömleği kalmadığını fark etti. Derin bir kızgınlık hissetti. Sorumsuzluk cezalandırılmalıydı. Ne hakla o çalışır didinirken ev işleri rayında gidemezdi? O kendisine layık olduğu gibi davranmayanları cezalandıracaktı. Ulaş anlattığı bir hikâyede böyle yapıyordu ve herkes hizaya geliyordu. Ulaş’ın yaptığını yapacak, iyi bir öğrenci olacak ve ilk sınavını başarıyla geçecekti. İlayda’nın uyuyor olmasına aldırmadan odanın kapısını yumrukla vurarak araladı. İlayda irkilerek uyanmıştı, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Enes İlayda’yı iki omzundan kavrayarak neden benim ütülü gömleğim yok dedi sinirle. İlayda şaşırmıştı, Enes böyle bir adam değildi. Kırışık giyerdi, kirli giyerdi ama hiç sesini çıkarmazdı. Enes İlayda’nın toparlanmasına izin vermeden ayağa kalktı. Parmak sallayarak ve yüzü sinirden gerilerek:
— Dua et caddenin karşısındaki konfeksiyoncuda bana uygun gömlek olsun.
Kapıyı çarparak çıktı odadan.
Merdivenden inmeyi tercih etti bu sefer. Paldır küldür yalpalayarak indi. Yaptıklarıyla yüzleşmek istemezcesine, hisleri tarafından yönetilen insanlara has bir beceriksizlik ve acele içinde… Konfeksiyoncuya girdiğinde hızlı hızlı nefes alıp veriyor, soğuk soğuk terliyordu. Onu görenler konfeksiyoncuda olduklarını bilmeseler polise ifade veriyor derlerdi. Hızlıca ilk gözüne kestirdiği gömleği aldı ve masanın üstüne gömleği satın alması gerekenden fazla olduğu gözle bile ayırt edilebilecek kadar çok para koyarak çıktı. Arabaya girdiğinde rahatlamıştı. Yeni aldığı gömleği içindeki tişörtün üstüne giydi. Oldukça büyük olan bu gömlek, Enes’i komik gösteriyordu. Ama dikiz aynası Enes’e, çok yakıştığını ve bir şeyler başardığını söylemişti. Gerçi söylememişti ama Enes böyle anlamıştı.
İş yerinde bu garip davranışları, gerekli gereksiz öfkeleri devam etti. İnsanlar garip garip yüzüne bakıyorlardı Enes’in. Aslında onu küçümsüyorlardı onu ama hem yaşına hürmetten hem de ters tarafından kalktığı inancına sığınarak hiç kimse ona ters bir söz etmedi. İş günü bitti. Enes’in ilk yaptığı şey Ulaş’ı aramak oldu.
Ulaş’ın günü daha dalgalı geçmişti. İşle yüzleşmek istemediğini düşündü ve e-posta üzerinden istifa mektubu yollayıp şirketin kendisine zimmetlediği her şeyi kargoyla gönderdi. Kendisine tanıdığı güçsüz olabilme izninin süresini uzatmıştı anlaşılan. Derince bir nefes alıp dünkü adamı düşündü. Onun güçlü olduğunu hayal ediyordu, insanları manipüle eden herkesin hayran olduğu bir insana dönüşmüştü. Ama hayır, bunların hiçbirini kendi başına yapabilmeyi öğretmeyecekti ona. Hep bir adım gerisinde kalacak, onu yönlendirecek ve her şeyi mümkün kılan öğrencisi ile gurur duyacaktı. İşten gelen aramaları reddetti, kimseyi görmek istemedi. Tam o sırada Enes onu aradı. Küçümseyici bir gülümseme ile aldı eline telefonu, ne istekli bir öğrencim varmış diyerek nevrotik bir kahkaha attı.
— Alo, selam
— Selam Ulaş, bugün akşam da görüşebilir miyiz?
— Aslında, başkalarına sözüm vardı ama, istersen bize katılabilirsin. Kadıköy’de olacağız akşam sonra da Taksim’e geçeceğiz. İyi arkadaşlardır gergin hissetmeksizin gelebilirsin. Gerçi kızlı erkekli olacağız karın ne der bilemem ahaha.
— Olur olur daha iyi olur, 8’de Kadıköy’de diyelim mi?
— Tamamdır, araşırız.
— Görüşmek üzere.
Ulaş’ın tam istediği şey olmuştu. Enes’i inisiyasyona tabi tutacaktı. Sümsüklüğünden kurtuluş ayinini bu gece deneyimleyecekti. Kurduğu zoraki ve tek düze denge yıkılacak bir şeyleri güçle yapmasını öğrenecekti. Melisa’yı da davet edecekti buluşmaya. Enes’e asılmasını isteyecekti, tabii gelecekteki herhangi bir iyilik karşılığında ama bu sorun değildi. O ilk özgüvene ihtiyacı vardı Enes’in, hocası da gerekeni yapacaktı. Melisa’ya gelince o nasıl olsa Enes’i ayartacaktı.
Hayatı boyunca bir kez bile sevilmemiş insanların, herhangi bir şey yapmalarına gerek kalmadan sahip oldukları bir işlev değil de kendilerinde bulunan özellik için iltifat aldığını düşünün. Ne kadar savunmasız karşılarlar o iltifatları, ne kadar çocuksulaşırlar. Enes’e de aynısı olacaktı.
Gece Ulaş’ın hesapladığı gibi gitti. Önce gidip Enes’e doğru dürüst bir kıyafet aldılar, ki başkaları ona gülmesin. Enes yerli yersiz bütün iltifatları sanki bugüne kadar yokluğunu çektiği şeylerden kurtulmuş gibi bir iştahla kabul etti. İnsanlar onun konuşurken uzattığı e harfine, saçlarının dökülme şekline, tavşan dişlerine, inik kaşlarına ve kaşının üstündeki lekeye hayran oluyorlardı. Bunlar sanki dünyada hiç kimsede bulunmayan özelliklerdi de Enes hepsini bir araya getiren seçilmiş kişiydi. Nasıl olurdu da başkaları bunun farkında olmaz, hele de büyük günahkârlar gibi vazifelerini yapmaktan kaçınırlardı? Gece bir ara Enes’in aklına İlayda geldi, garip bir narsisizmle sanat, bilim ve Enes iltifat görmediği yerden kaçar diyerek cevap verdi aklında oluşan hayale ve boş verdi. Enes gece Melisa’da kaldı, tıpkı Goethe’nin romanında olduğu gibi kendisinden 11 yaş küçük bir sevgili değişiminin ilk taşını atmıştı.
Bütün bunlar olurken İlayda depresyondan çıkmış gibiydi. Sabahki hadise ona çocukluğunu hatırlatmıştı. Babasının tehditlerini ve yapmazsan gebertirim sözlerini… Depresyondaki bedeni kaynakları korumak ve iyileşme çabasını bir kenara bırakmış, babasından korkan bir çocuk gibi her işe aynı anda koşmaya başlamıştı. Görünürde Enes, İlayda’nın sorununu çözmüştü ama aslında her şey daha kötüye gitmişti. Bir iyileşme fırsatı harcanmıştı.
İlayda Enes’in yemeğe gelmeyeceğini anladığında panik içerisinde hissetti. Defalarca kez aradı ama telefonu çalmadan meşgule düşüyordu. Akşam 10’a doğruydu galiba ağlama krizlerine girdi. Hıçkırıklarına engel olamıyor, kafasını Hakan’ın göğsüne yaslamaktan başka bir şey yapamıyordu. Her şey ne kadar çabuk değişmişti. 30 sene önceki hâli açığa çıkmıştı ve İlayda’yı yönetiyordu. Hakan babasından daha çok nefret eder oldu. Annesine bunları yaptığı için, sadece bugün için bile babasının karşısına dikilecekti. Günün birinde babasından güçlü olacak, onu dövecekti. Bütün bu yaşattıklarının intikamını alacaktı, ancak o an gelene kadar sadece bekleyebilirdi. O günlerin gelmesini. Babasını zavallı hayal ediyordu. Yalvarıyordu ona, İlayda’dan özürler diliyordu. Bu hayal ona haz veriyordu, yılların geçmesi için gerekli sabrı sağlıyordu. Yüzü güçlülüğün ve adaleti tesis edenlerin gururu ile ışıldıyordu. O gece ana oğul kanepenin üstünde uyuyakaldılar.
Ertesi gün öğleden sonra Enes eve döndü. Cuma akşamına yaraşır şekilde felekten bir gece çalmıştı. Kimse ona nerede olduğunu sormadı. Hakan bile onca sinirine rağmen cesaret edemedi. İlayda, Enes’in söylediklerine son derece hassas olmuştu. Hiç soru sormuyor, yargılamıyor, kocasını mutlu etmeye çalışırken kendisini unutuyordu. Enes bu hâlden önceleri mutlu olsa da artık bunalmış gibiydi. Özlemini çektiği şeyden çabuk bıkmıştı. Şımarıklığını bir görseniz, birkaç gün önce karısına dil döken adam gitmiş. Amerikan dizilerindeki şımarık erkek çocuğu gelmişti.
Günler böyle geçerken Ulaş bir akşamdan kalmalığı esnasında kendisini yalnız hissetti. Artık işi de yoktu ve beyni daha çok defalar içeri dönecek zamanı buluyordu. Aklına İlayda’yı aramak geldi. Ne de olsa uzaklarda bir yerlerde onu bekliyor olacaktı. Hem İlayda’dan daha başarılıydı hem de daha gençti. İlayda’nın onu özlemekten ve beklemekten başka çaresi var mıydı? Elbette onu şu anki sıkıntısından kurtarma görevini üstlenecek sonra da hak ettiği gibi geri çekilip sırasının gelmesini bekleyecekti. Telefonuna uzandı ve konuşmayı hayal ederek numarayı çevirdi.
Telefon konuşması pek beklediği gibi gitmedi. Çok yakınlarda Ulaş’a yalvaran kadın buz gibi bir sesle ve hiç açık kapı bırakmayarak onu reddetmişti. Lafı uzatmaya ve sorgulamaya bile izin vermeden telefonu suratına kapatmıştı. İştekilere yalan söylediği ana benzeyen bir baskı hissetti karnında. Evin içinde dört dönüyordu. Sürekli konuşmayı aklından geçirip nasıl kazanabileceğini hayal ediyordu. Yapamayışına sinirleniyordu, bu kadar zavallı bir kadını nasıl tavlayamam? Beni reddedişi, ertelemeden bile kestirip atması. Derin derin nefes alıp veriyordu.
Düşüncelerden boğulduğu sırada aklına alışveriş merkezine gitmek geldi. Böyle anlarda duygularına ters hareket etmek onu gururlandırırdı. Belki kim bilir, sokakta İlayda’yı görür onu etkilerdi. Aynada kendine baktı, vücuduyla gurur duydu. Kolay olmamıştı bu zamanlara gelmek ve biliyordu ki çok az insan bu kadar iradeyle uğraşabilecekti. Evden çıkarken İlayda’nın kendine yalvaracağı anı hayal ediyordu. Yaptıklarından, kabalığından, telefonu yüzüne kapatmaktan pişman olmuş, kocası olacak aptalı bırakıp kendisine döndüğünü hayal ediyordu.
Alışveriş merkezine gitti. Lüks kıyafetler almak istedi kendine, işten ayrılmadığı günlerin hissini ve pahalı kıyafetlerin verdiği statüyü özlemişti. En pahalı dükkanları dolaşıp binlerce lira para harcadıktan sonra kendini daha iyi hissediyordu. Ellerinin poşetlerle dolu olduğu sırada karşıdan Enes’in geldiğini gördü. Hoşuna gitmişti bu tesadüf, biraz kendisinden kötü durumdakilere maruz kalıp iyi hissetmenin hesabını yaptı. Abartılı bir el hareketiyle Enes’in dikkatini çekti.
— Bu ne hoş sürpriz, dışarıda da denk gelir olduk Enes.
— Evet. Alışverişe çıkmışsın galiba sen de ellerin dolu.
— İhtiyacım vardı, çıkmışken halledeyim dedim. Sen neler yapıyorsun, Melisa’yla mı buluşacaksın yoksa diye sordu.
Sorarken eliyle muzır bir şekilde Enes’in omzuna vurmuştu.
— Yok ya, eşimle geldik bugün. Eve alınacaklar vardı. Ben önden çıkayım dedim mağazadan, daralıyorum bazen içeride. O da geliyor bak. İlayda, İlayda bak seni kiminle tanıştıracağım.
Ulaş İlayda’yı görür görmez paniğe kapılmıştı. Yeryüzü dönüyor, ayağının altından her şey kayıyor gibiydi. Enes’in İlayda’yı Ulaş’a takdim ettiği anı algılayamamıştı. Enes Ulaş’ı koluyla sarstığında kendine gelebildi.
— Ulaş iyi misin, duymadın mı beni?
— Aa, iyiyim evet. Bir anlık dalmışım, akşamdan kalmalık herhalde. Kusura bakmayın.
— Sana kim ne yapabilir Ulaş? O, eğlenmeyi çok iyi bilir İlayda. Bakma akşamdan kalmayım dediğine iki büyük şişe içer de bana mısın demez. Yeni tanıştık ama uzun zamandır tanıyor gibi severim. Kendisiyle daha çok görüşeceksin.
İlayda zoraki bir gülümseme ile Ulaş’ın elini sıktı. Kaçmak ister gibi bir hareketle Enes’e dönerek “İşimiz çok değil mi? Vakit kaybetmesek fena olmaz.” dedi. Duraksamadan önden yürümeye başladı.
Enes, Ulaş’a minnettar hissediyordu. Hayatının ipleri kendisindeymiş gibi hissediyordu belki ilk defa. İlayda bu sabah ne zamandan beri ilk kez kendisine sevgiyle sarılmıştı, Melisa arıyor, özlediğini söylüyordu. İş yerinde insanlar tepesinden aşağı angarya işleri boşaltamıyorlardı. Hayatın şifresini çözmüş gibiydi.
İlayda hayatındaki dengeden daha mutluydu. Alıştığı aşina olduğu bir hâlde olmak ona güvensiz bir güven veriyordu. Sürekli tetikte olunca düşünmeye ve acı çekmeye vakit bulamamış, daha huzurlu hissetmişti. Sakinlik ve tatmin hissi nedir hiç görmediği için, sorsanız huzurlu olduğunu söylerdi.
Ulaş, İlayda’nın hayatını devralmıştı. Acı içerisinde kıvranıyor, bazı geceler kendini yumrukluyordu. Neden ben değil diye ağlama krizlerine girdiği oluyordu. Her şeyi yapmıştı herhangi bir kadın tarafından sevilmek için. En garanti gördüğü, en cebinde gördüğü kadın kendisi yerine pespaye adamın birine seçmişti. Hani taklitler aslını yaşatırdı? Enes neden Ulaş’ı yaşatmamıştı?
Hislerini yenemeyeceğini gördüğünde ve İlayda’nın bütün kapıları sıkı sıkıya kapattığından emin olduğunda ölmeye karar verdi. İntiharı düşünürken kurduğu hayallerde olduğu gibi banyoda bileklerini keserek intihar edecekti. Küveti doldurdu, en sevdiği puroyu yaktı, kapıyı kilitledi. Bütün hayatını verdiği sevilme arzusu ve ihtiyacı karşılanamamıştı. Sokağa çıktığında gördüğü salyangozlar, karıncalar kendisinden daha çok sevgiye layıktı. Yataktan çıkmayı bile beceremiyor gözü tavana takılı hâlde günler geçiriyordu. İşi daha fazla uzatamazdı, kararı kesindi. Eline bıçağı aldı, derin bir nefes aldı.
Gözlerini kapatır kapatmaz aklına Werther geldi. İntihar etmek korkaklık değil miydi? Hem de bir kadın için. Onu Charlotte’ı elde etmek için çabalamamakla suçlamamış mıydı? Bıçağı aldığı yere bıraktı. Elleri titriyor, beyninin içi uğulduyordu. Hangisi doğruydu, hangisi. Korkaklığına bahane mi buluyordu, basmak üzere olduğu tuzaktan kaçma şansını mı elde etmişti? Kendini olaydan sıyırmaya çalışarak düşünmeye başladı. İlayda’nın onun üzerinde etki sahibi olmasına izin veren kendisiydi. Gözünün önünden yaşadığı hayat geçti. Biraz önceki başarısızlığını düşündü, ortak bir tema bulmaya çalıştı. Kendisi de Werther gibi hep imkânsızı mı istemişti? Kendini iyi hissettiği güvenli olduğu anları da düşündü. Kırılganlıklarını. Başkalarının kendisine secde etmesine, kesintisiz övgüye bağlı adi ama görkemli hazlar, kişisel tatminler. Ağlamaya başladı, yorgunluktan bayılana dek ağladı.
Uyandığında gece olmuştu ama intihar etmek istemiyordu artık, doğruyu arayana dek duracaktı. Banyodan çıktı, üstünü giyip dışarı çıktı. Arabayla biraz gezmek istedi. Kendisiyle kalmaya ihtiyacı vardı. Beykoz’a gitmek istedi, ormanların içinde kaybolmak için ve belki bir şeyler bulmak için. Sapağa gireceği sırada camından içeri dolan ıhlamur kokusu çok hoşuna gitti. Hayat yolda başımıza gelenlerdir dedi, nerede duyduğunu hatırlamayarak.
Arabayı kaldırımın üstüne park ederek ıhlamura doğru yürüdü. Parmaklarının üzerine yükselerek bir ıhlamur çiçeğini koparttı. Derin derin nefes alarak ıhlamur kokusunu içine çekti. Rahatlamış hissediyordu, minnetle doldu bu ağaca. Gövdesine sarıldı, yüzünü çizmesine izin verdi ağacın. Venüs’ün mucizesi tecelli etmiş olmalıydı, bir şeyler keşfetmiş gibiydi. Mizojini ve narsisizmi toprağa akmıştı. Daha kolay daha basit geliyordu artık hayat ona. Ulaş işte o gün dürtülerine rağmen, acılarına ve korkularına rağmen hareket etmeyi öğrenmişti. Henüz kazanmamıştı ama çok büyük bir adım atmıştı. Goethe’den beri var olan bu salgına karşı panzehri keşfetmiş ve Venüs’ün yardımıyla hayatta kalmıştı.