Okul bitti. 6 yaşımdan beri bu lafı ilk kez tam manasıyla kullanabilmenin hak edilmişliğini hissediyorum. Onlarca ders, onlarca hoca, yüzlerce ödev, sınav, binlerce gün; belki yalnız onda biri aklımda yer edinmiş. Onlarca arkadaş, tanıdık; şimdi on tanesi ya var ya yok gelecek hayalimde. Allah bilir ben kaçının zihninde, bugününde, yarınında iz sahibiyim.
Pandemi hariç 5 yıldır yurtlarında kaldığım okula veda etmeme sayılı gün kaldı. Tuhaftır, yoğun bir his duymuyorum. Ne hüzün ne mutluluk ne de öyle devasa bir aidiyet. Temelinde ne var anlayabilmiş de değilim ama sanırım okuldan kopuşun benim için bir sürece yayılması etkili oldu. Son senemde okulu kafamda bitirmiştim aşağı yukarı zaten, yalnızca hocaların da bunu teyit etmesi kalmıştı. Biraz zorluk çıkarsalar da sağ olsunlar ettiler onlar da nihayet.
Kilyos’ta yurttaki ilk gecemde yatağa uzanıp üst ranzanın altına baktığımı, biraz üzülür gibi olduğumu hatırlıyorum. İlk evden çıkış ve yurt deneyimimdi. 5 dakika sonra koridorda batak atan ekibin arasına girmiştim. Erkek adam maksimum bu kadar duygusal olmalı zaten. İlk yıl tabii çok rahat ve mutluydum. 5 yıl Kadıköy’de okumuşum, öyle görünüyor ki bundan sonraki 4 sene Etiler’de okuyacağım. Aralarında 1 senelik Kilyos tatlı bir deneyimdi. Anadolu’dan İstanbul’da okuma hayaliyle kalkıp Kilyos’a gelince hayalleri burulan arkadaşların aksine, durumdan haberdardım ve zaten istiyordum. Yurt dairesinde 12 tane endüstri mühendisliği öğrencisini bir araya koyduklarından, dönemin beşte biriyle ilk gün tanışmış oldum mecburen. Kimiyle az kimiyle çok hepsiyle arkadaşlığımız 5 yıl boyunca devam etti.
Üniversite yıllarımda, özellikle son yıllarımda çevremi çok daha özenli bir şekilde dizayn etmeye çalıştım ve hâlâ da çalışıyorum. Bir nevi çevre mühendisliği. Endüstri bir süre sonra sıkıyor çünkü. Açıkçası bu çabamın getirilerinden de baya memnunum. Bu çaba tabii ki sevgisiz ilişkileri zoraki devam ettirme zorbalığı taşımıyor. Ben bugün sevdiklerimden de beni sevenlerden de kesişim kümesinin olabildiğince büyük olmasından da razıyım. Tanıdıklarım arasında akademiye en uygun olmayanlardan birisi olarak vaktinde bitirip erken ayrılmamı, okula daha fazla katlanmamak için çırpınışıma bağlıyorum. Böyle bağlayınca sağlam oluyor çünkü, çekince gelmiyor hemen. Allah elimden tuttu da diyebilirim ama hiç öyle kötü alışkanlıkları yoktur onun.
…
Üniversite boyunca yaşadıklarımı düşündüm şöyle bir. Şerit gibiydi hakikaten söyledikleri gibi ama içimden geçen bir şerit. Gözümün önünden geçmesini beklerdim ancak tercihine de saygı duyuyorum. Kimin kaçta nereden geçtiğine karışacak hâlim yok, siyasal İslamcı değilim. Teşekkürler Kadıköy Anadolu, teşekkürler Boğaziçi.
Önce biraz yordu kafamı onca hatıra, sonra sıralamaya koyuldum. Tahminlerimin aksine neyin hangi sene yaşandığını bulmak bile epey zorladı, büyüklerimden yardım aldım. Ne zaman başım dara düşecek gibi olsa mutlaka mevzuyu büyüklerime paslar, onları uğraştırırım. Elimden gelmiyor diye değil. Gençliğimizi sikip bıraktılar, bari ufak ufak da olsa tahsilatını yapalım diye, az kalan ömürlerinden vakit çalmak en büyük keyfilerimden. Teşekkürler aziz milletimizin 50+ fertleri.
Neyse, 5 saniyeye inen odak süremi kontrol altında tutmaya çabalayarak anlatmaya devam ediyorum. Güç de olsa hatırıma gelenleri ip gibi dizdim. “Sağ baştan say!” diye emri haykırınca sırayla dile geldi anılarım. Şimdi fark ediyorum ki bunların çoğu gezi anısı. İlk aklıma gelenlerden biri de 4 sene önce şubatta gittiğimiz Kars yolculuğu.
Allah’ın yüzümüze gülmesiyle -o zamanlar daha bir güleçti- bir kardeşimiz Doğu Ekspres’te dört adet yataklı bilet buluyor ve bizim adımıza da inisiyatif alması sayesinde planı kucağımızda buluyoruz. İleri görüşlü Kürt kardeşimizin önderliğinde 110 liraya Doğu Ekspresi’yle yola çıkıyoruz. Tabii öncesinde aynı kardeşimiz, doğum günü yolculuğa denk geldiğinden bize Ankara’dan zorla pasta aldırıyor. Olur da trende kızlara denk gelirsek pastadan ikram edince ateşleri yükselir ve birtakım olaylar cereyan eder ümidiyle en çikolatalı pastayı ısmarlıyor. Sanırım Kürtlerin ileri görüşlülükte limitli kullanım hakkı var diye düşünüp uyum sağlıyorum. Nitekim trende birkaç yaşıtımız kızla tanışıyoruz fakat bir diğer arkadaşımız onların da kafasını yeni okuduğu Sapiens’ten alıntılarla karıştırdığından bir sonuç alınamıyor. Ne kızlar Homo D Saiens’in kolektif hayal gücünün çıktılarını analiz edecek durumda ne de aşırı çikolatadan fenalaşmak üzere olan bizler açıklama yapacak durumdayız. Özetle karşılıklı bir acınasılık durumu var. O an Allah’ın yüzümüze neden güldüğünü anlıyoruz, biraz gülmeye ihtiyacı varmış o kadar. Zor bir gün geçirmiş olsa gerek.
Kars, beklentimin çok üzerinde bir düzen ve cazibeyle beni etkiliyor. İlk ve son kez orada, hatta Namık Kemal’in bir dönem yaşadığı evde âşık atışması seyredip mest oluyorum. Ne tarz şeylerden keyif aldığıma bazen ben de sadece şaşırıyorum.
…
Aynı senenin yazında yaptığımız Antep, Urfa, Mardin turu geliyor sonrasında aklıma. Döneminin en önemli devlet adamlarından, daha doğrusu Antep’in kurtuluşunda rol oynamış, en azından trafikten kurtuluşunun en önemli neferlerinden, Antep trafik bölge amirinin oğlunun arkadaşımız olması hasebiyle baya özel muameleli bir tur yapıyoruz. Plan başta Antep’te birkaç gün takılıp geri dönmekti fakat her şey çok hızlı gelişiyor ve Urfa’yla Mardin’i de plana dahil ediyoruz. Bu turu yapmamış olsaydık Antep’in irili ufaklı sayısız müzesinden, meyve suyu dahil her şeye yerli yersiz fıstık koyma alışkanlıklarından, Urfa’nın kimi muhatap alarak yapıldığı meçhul inanılmaz güzel arkeoloji müzesinden, Roma kalıntısı mozaiklerden ve her detayıyla Mardin’den bihaber olacaktım. Mardin’i kısaca geçmeyi ona yakıştıramadığımdan biraz daha uzun şekilde anlatacağım.
Urfa’dan ayrıldığımız akşam Mardin’e doğru sürerken tek bildiğimiz şey arkadaşın babasının Mardinli bir ahbabının bizi konuk edeceğiydi. Fakat tabii bunun Nusaybin sınırına 1 km mesafede bir köy evinde gerçekleşeceğini henüz bilmiyoruz, dolayısıyla neşeliyiz. İyice karanlık bastırdığında bizi yol kenarında bekleyen beyaz bir araba görüyoruz. İçinden çıkıp gelen adam selam verip onu takip etmemizi söylüyor, o saatten sonra başka çaremiz olmadığından tedirgin gülüşlerle peşine takılıyoruz beyaz arabanın. Gittiğimiz yolun sağ kanadında uzunca bir boşluktan sonra belli belirsiz ışıklar görüyoruz. Daha sonra o ışıkların Suriye olduğunu öğreneceğiz. Bir süre sonra bir köye varıp görünürdeki en büyük eve yanaşıyoruz. Kapıda birkaç çocuk bizi ilgiyle karşılıyor, tedirginliğimizi yumuşatsa da daha kulak memesi kıvamına mesafemizi ekipçe korumaktayız. İnanılmaz bir misafirperverlik örneği gösteriyorlar. Temelde misafire olan aşırı ilgi alakalarından ve kısmen de ev ahalisinin kendi arasında Kürtçe konuşuyor olmasından bir ihtimal Kürt olabileceklerini düşünüyoruz.
Ev, standart köy evi ölçülerinde büyük olmakla yetinmiyor ve her odasındaki en az bir klima bulundurmasıyla göz dolduruyor. “Ulan bu kadar elektrik faturasını nasıl ödüyorlar?” diye düşünürken bir süre sonra faturayı bizim ödediğimiz ortaya çıkıyor. “Burada ne kadar yakarsan yak 100 lere.” diyor pişkin pişkin ev sahibimiz Şehmuz amca. Önce sinirleniyorum, sonra Selahattin Demirtaş’ın içeride olduğunu hatırlıyorum: 1-1 diyorum içimden sessizce, iç sesimi kısarak. Çok geçmeden Şehmuz amcanın köyün ağası olduğunu anlıyoruz zira evine sürekli marabaları ziyarete geliyor. Çocuklar kim gelirse gelsin istisnasız şekilde ‘emmi’ diye hitap ederek gelen erkeklerin amcaları olduklarını iddia etmekteler. Henüz biz bu bilmeceyi çözememişken biz de bir süre sonra kendimizi “emmoğlu” unvanı kazanmış şekilde buluyoruz. Kaçak elektrik mevzusunu da bu noktada öğreniyoruz zaten. Neticede emmoğlu olduğumuzdan gizlimiz saklımız kalmıyor artık. Biz yine de fazla paylaşımda bulunmak hususunda temkinli bir tutum sergiliyoruz. Ne tesadüftür ki paylaşmadıklarımız onların da pek sikinde olmadığından bir tatsızlık çıkmıyor. Babası polis olan ve zaman zaman tahmin edilemez şekilde milliyetçi semptomlar gösteren arkadaşımızın bir ara Atatürk’ün Şeyh Said’i nasıl da mağlup ettiğini fazla cüretkâr kelime tercihleriyle anlattığını anımsıyorum. Şanslıyız ki burada da tatsızlık çıkmıyor. Şanslıyız çünkü tatsızlık çıkarsa tat alamayacak taraf biz gibi görünüyoruz.
Yatıp uyuduktan sonra ertesi bir iki gün eski Mardin’i geziyoruz. Şehrin kendine özgü karakterine o denli hayran kalıyorum ki ölmeden tekrar buralara geleceğime söz veriyorum içimden. Bir dahaki sefere yolculuğumda Süryani şarabı da eşlikçim olacak diyorum. 51 derece sıcaklıkta Allah’ın bile tekte bulamayacağı bir dağın başında zindan gezerken artık bir şeylerin doğru gitmediğini fark ediyoruz ve o gün her şey için teşekkür edip eve doğru yola koyuluyoruz. Dönüş yolunda insanın arkadaşlarını, babalarının makamına göre seçmesinin ne kadar önemli olduğunu düşünüp bu özelde kendi başarımı kutluyorum. Bu arada teşekkürler Güneydoğu mutfağı!
Hatırımda kalanların bir diğeri de ertesi yılın ocak ayının sonunda, hayatımda ilk kez yurt dışına çıktığım gezimiz. Öz gelmiş ve geçmişim adına irice bir adım atarak 3 kişilik saçma sapan bir ekiple Kopenhag’a gidiyoruz. Tam da gidemiyoruz gerçi, epey uzun sürüyor ülkeye girişimiz. Biletleri, konaklama bilgilerimizi, delil niteliğindeki her şeyi telefonunda tutan andaval bizi beklemeden gümrük kapısından geçip gittiğinden, gümrük memurunu ülkesine iltica etmeyeceğimize ikna edemiyoruz. Ülkesini gereğinden fazla önemseyen ablamız, İslam yeşili pasaportlarımıza rağmen bizi almamakta ısrar ediyor, biz de ülkesini gezmek konusunda ısrarcıyız. Bu noktada iç konuşmalarımızı dışarıya yansıtmamanın daha iyi olabileceğini düşünüp sessiz kalıyoruz. Israrını eyleme geçiren sarışın abla, havaalanı polisini çağırıyor. Biz gurbet memlekette olduğumuzdan kimseyi çağıramıyoruz ve polisin bizi süzüşüne maruz kalıyoruz. Bizi beklemeden gümrüğü geçen hıyar ağası da ülkeye girmenin getirdiği sarhoşluktan olsa gerek, geri dönüp bize yardım etmek istemiyor. Neyse ki polis birkaç soru sonrasında ülkesinde iç karışıklık yaratmak için görevlendirilmediğimize ikna olmuş olacak ki bizi çeşitli yollardan geçirip iç hatlar bölümünden ülkeye sokuyor.
Ülkeye girdikten sonra ilk iş olarak kalacağımız hostele gidip tertemiz bir hayal kırıklığıyla güne zinde başlıyoruz. Etrafı bok götüren, 14 kişinin aynı odada kaldığı, kendine has fukara gezgin reayasıyla gelenleri gerisin geri siktir olup gitmeye davet eden hostelimize yerleşiyoruz. Kaldığımız birkaç gün süresince bisikletle eksi bilmem kaç derece seviyelerindeki denize düşme, Türk esrar yetiştiricileri tarafından alıkonma -en azından kafamızın içinde memur bey- gibi irili ufaksız birtakım tehlikelere atlayıp sonunda trenle İsveç’e geçiyoruz. Levent Ortabayır’ın temiz ve düzgün hâli olarak betimleyebileceğim, bir saatlik geziye belki layık olan Malmö’de 2 gece geçirip Stockholm’e geçiyoruz. Her yeri inşaat hâlinde olan şehre dair tek aklımda kalan anı, gey bara gidişimiz oluyor. Merak edip bir şeyler içelim diye girdikten sonra kendimizi başka 3 kişilik bir oğlan grubuyla kesişir halde buluyoruz. Kesişmek dediysem işteş bir eylemden ziyade, kesmelere maruz kalan bir biz tarafı söz konusu. İsveçli sarışın elemanların bizi gümrük memurundan çok daha hızlı şekilde onaylaması gururumuzu okşuyor, fakat yine de bugünlük bu kadar konfor alanı ihlali yeter diyerek içkilerimizi bitirip mekândan ayrılıyoruz. Şimdi dönüp bakınca rahatlıkla iyi ki girmişiz diyorum. Mutluyum çünkü insan yaptığı şeylerden yapmadıklarına nazaran daha az pişman olma eğiliminde. O eylemi yapmamanın nasıl bir şey olduğunu zaten bilen biri yapmamaya devam ettiğinde öğrendiği yeni hiçbir şey olmuyor fakat yapmayı seçen kişi genelde büyük bir zarara uğramadığından içinde gereksiz bir uhdeyle yaşamanın yükünden sıyrılıyor. Çok okuyan bilir diyenlerin suratına tokat gibi inen bu farkındalıkla beraber, yaklaşık 2 sene evlerimize tıkılmak üzere olduğumuzdan habersiz ülkemize dönüyoruz.
Kendi hâlimde sürüp giden bir buçuk yıllık pandemi; çoğunlukla bir şeyler okuyup izlemekle, Rusça öğrenmekle geçiyor. Bir Rus flörtün dil öğretme çağrısına kayıtsız kalmayarak başladığım Rusça maceramı da okuldan 202 alarak noktalıyorum. Türkiye’den daha yozlaşmış, aynı ölçüde muhafazakâr olmasına rağmen bunu bile beceremeyen, üstüne üstlük iklimi de boktan olan bu memleketle ilişkimin derinleşmesinden ürküp sessiz sedasız sonlandırıyorum Rusça serüvenimi.
Simurg’a girişim de 2020 yılının güzüne denk geliyor. İlk oryantasyon bebelerinden biri olarak gördüğüm ilgiden, samimiyetten uzun süren izolasyonun da katkısıyla epey etkileniyorum. İçerideki tuhaf tipler ilgimi cezbediyor, bir yandan da içimde liseden beri uhde kalan kulüpçülük ortamına bir muadil bulmanın sevincini yaşıyorum. Bir yandan online projeler, bir yandan dayanışma dolu akademik hayat derken 2021 yazı geliyor. Bu yazın hayatıma edeceği etkilerinden bihaber bir cehaletle hayatıma devam ederken haziran başında hayatımda ilk kez kampa gidiyorum. Baya da güzel geçiyor, hem yeni insanlar tanımak hem de kamp fikri sandığımdan daha çok hoşuma gidiyor. Ne zamandır hayalini kurduğum Ege turunu da biraz bu sebeple arkadaşımı ikna edip başlatıyorum. Şimdilerde dönüp bakınca kişisel tarihimde hem uzun zamandır istediğim bir geziyi gerçekleştirme hem de yeni başlangıçlar açısından en güzel mihenk taşlarından birisi bu turmuş. Ege’yle Akdeniz ortak olup o yaz önce altımı, 1 sene sonra da üstümü çiziyor ama yine de zaman zaman beni bile şaşırtmasına rağmen güzel anıyorum.
İzmir’den başladığımız rotada kepaze olduğumuz bir toplu kamp deneyiminin ardından adım adım memleketin aydın kentleri diyerek Antalya’ya kadar iniyoruz. İnerken güzel memleketimizde aydın bir kent olmadığını fark edip hafif buruk şekilde Ezhel dinleyerek yola devam ediyoruz. Ezhel albümlerini deniz kokusu, sonu gelmeyen gözlemeler, manitacılık, biraz içki biraz dolunay takip ediyor. Dönüş yolunda tüm bunlara ambulans sirenleri de ekleniyor zira salıncaktan düşüp yerde birkaç saniyeliğine bayılıp nöbet geçiriyorum. Dostlarım dışarıdan izleyip şaka yaptığımı sanıp yardıma gelmiyorlar ki bu tüm hikâyede en üzüldüğüm andır. Hemşire bana bir şeyler anlatırken ‘Ulan ben böyle mi şaka yapıyorum!’ diye düşünmeden edemiyorum. Neyse ambulansın tavanına bakarak seyahat etmeyi de hep merak etmişimdir diyerek kendimi avutuyorum. Günün sonunda biraz deniz, biraz tomografiyle Yunan radyoları eşliğinde tamamlıyoruz rotayı. Şimdiye kadar en gurur duyduğum gezilerden biridir kendisi.
Teşekkürler tüm yükümüzü sırtlanan minik Cooper!
Aynı yılın Eylül ayı sonlarında Anadolu Kongresi denen Simurg Meclis-i Mebusanına katılıyorum. Pandemi boyunca pek görüşmeye imkân olmadığından falan çoğu Simurgluyu Bolu’da ilk kez görüyorum. Hem koşulların hem insanların etkisiyle nadir rastlanılacak bir içtenlik ve delilik hâlindeyiz. Bu içten yanmalı delilik hâli 4 gün boyunca artarak devam ediyor ve orada bu oluşumun bir dönem hayatımda önemli bir yer edineceğini fark ediyorum. Aylar sonra yazdığım bu cümleleri okuyan olur mu bilmiyorum ancak, yayınlandığı sayfa da bu dönemin henüz bitmediğinin ispatı olabilse gerek.
Epey güzel bir kalemle başlayan, bu dergiyle de taçlanan bir hikâyesi var yazmaya başlamamın. Görünürde olanın aksine, aslında en çok yazdığım dönemi hayatımın. Yalnız kendime yazabildiğimden açığa çıkan yaratıcı bir ürün olmadı bir süredir. Dergide yazmaya başlamamın da esas motiflerinin başında kendime bir arşiv oluşturmak vardı. Bu açıdan bakınca pek mutsuz değilim zira ister burada ister sayısız defterde bir şekilde kayda geçiyor dile dökülen benliğim. Benim için de mühim olan bu. Derginin sonradan fark ettiğim ve hoşuma giden şöyle bir etkisi oluyor üzerimde; görücüye çıkacak yazılar yazdığımda okuyanları etkilemek adına yaratıcı ve ‘güzel’ şeyler ortaya koymak için kendimi normalden çok daha fazla zorluyorum. Kendime yazdığım yazılarda böyle bir kaygı ön plana çıkmıyor. Sıklıkla günlük yazarken bu kaygıyı diri tutmak pek kolay ve belki mümkün bile değil fakat öte yandan demek ki insanların zihnindeki imajıma hâlâ çok değer veriyorum. Etrafımdaki insanlar da olmasa güzel iki çift laf çıkmayacak ağzımızdan, var olsunlar. Bunlar bir tarafa güzel bir şeyler yaratma konusunda da zorlanınca yapabildiğimi ve daha önemlisi zorlanmadan yapamadığımı gösterdiğinden bundan da baya memnunum.
…
Bu yazıyı 2023 yazında Zonguldak’ta bir dağ köyünde yeni yetme bir mezun olarak yazıyorum. Mezuniyet nişanesi olsun maksadıyla başlamıştım esasında yazıyı düşünmeye ama yazdıkça fark ettim ki üniversite yılları üniversiteyi aşıyor. Hatırda kalan da öğrenilen de üniversite sınırlarının dışında kümeleniyor çoğu zaman. Böyle bakınca daha anlamlı bir nişane oldu benim için. İleride dönüp baktığımda da bir şeyler anlatır bana umarım.