Isparta, babamın doğup büyüdüğü memleket. Merkezden iki saat uzaklıkta, Konya sınırına yakın Şarkikaraağaç ilçesinin eski ismiyle Donarşa, şimdiki adıyla Çiçekpınar olarak bilinen köyünden. Uzun yıllar senenin farklı zamanlarında, bayramda seyranda önce sık sık Isparta’ya ardından köye gittik. Üniversiteye geçtikten sonra uğrama fırsatım olmadı eskisi kadar. Hatta sanırım iki sene oldu en son gideli. Geçen Ramazan Bayramı’nda akraba ziyaretleri için uzun bir aradan sonra gidince bu sefer biraz daha bölge üzerine tefekkür edeceğim bir vakit de ayırmak istedim. Burası nasıl bir yer? Kültürü nedir? Bölge insanlarının durumu nedir? Tarihi nasıldır?
O hâlde Isparta il sınırına girerek başlayalım. Batı, Güneybatı veya Kuzeybatı illerinden geliyorsanız muhtemelen önce Afyonkarahisar ilinin Dinar ilçesi üzerinden geçeceksiniz. Buradan her geçişte 1995 senesinde meydana gelen yıkıcı bir depremden söz edilir. Bölge halkı için epey mühim bir vaka. Depremin ardından pek çok insanın çadırlarda yaşamak mecburiyetinde kaldığından bahsedilir. Dinar, aynı zamanda Batı Anadolu’da Aydın havzasını yüzyıllardır bereketiyle yeşillendiren, bir zamanlar deniz kenarındaki ihtişamlı antik liman kentlerinin denizle bağlantısını kesen, Bafa Koyu’nu bugünkü Bafa Gölü’ne çeviren Büyük Menderes’in doğum yeridir.
Dinar bende bu kadar. Şimdi Dinar’ı geçip Burdur yönüne doğru devam edelim. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrası bir kavşağa varıyoruz. Düz devam ederseniz Antalya-Burdur yoluna girersiniz. Kavşaktan sağa dönünce de Isparta yoluna girmiş olursunuz. Tahmini bir 15-20 dakika ovada yol aldıktan sonra bir tepeyi tırmanırsınız. Isparta, Akdeniz iklim bölgesinin İç Anadolu’yla sınırında yer aldığından; Polatlı, Sivrihisar, ya da Afyonkarahisar’ın daha iç kısımları gibi kuraklıktan, sarı topraklardan, çıplak dağlardan veya yağmursuz günlerden muzdarip değil. O yüzden yeşillikler içinde bir seyahat geçirirsiniz. Elbette bir Karadeniz hayali değil. Klasik Akdeniz yöresinde karşılaşacağınız manzaraları tahayyül edin, onu bulacaksınız. Isparta’ya yol alırken sizlere en solda kışın ve ilkbahar aylarında karlı, yüksek zirvesiyle Barla Dağı eşlik eder. Tepeyi aşıp yukarıdaki ovada sürmeye devam edince biraz daha sağ tarafınızda devasa bir endüstriyel binaya denk geleceksiniz. Gözlerinizi üzerinden alamayacaksınız. Ben senelerdir gider gelirim, hâlâ daha etkilenir, incelerim. Göreceğiniz yapı: Göltaş Çimento Fabrikası. Bu yapıyı hiç havanın güneşli olduğu bir günde görmek nasip oldu mu hatırlamıyorum. Yıllardır faaliyette olan fabrikanın gri betonarme binaları dumandan ötürü hafif kararmış. Sanki etrafında asla gitmek bilmeyen kasvetli bir hava var.
Çimento fabrikasını geçince hava bir nebze olsun açıyor, insanın içi tekrar ümit doluyor. Geriye şehre giriş kısmı kalıyor yalnızca. Artık şehre yaklaşırken Barla Dağı arkanızda kalıyor. Sol tarafınızda ise şimdi daha da yakın, daha da yüksek bir dağ var. Isparta yöresindeki insanların senelerdir kayak merkezi olan meşhur Davraz Dağı. Eteklerini çam ormanlarının süslediği dağ, bir noktada sarı çorak zeminle kaplı. Ardından belli bir yerde yine kar zemini başlayıp zirveye kadar devam ediyor. Yeşil, sarı ve beyazın kendi içinde ve gökyüzünün mavisi ile olan ahengine şahitlik ediyorsunuz.
Gelelim Isparta’ya. Isparta’nın kendisinde hep hüzünlü bir görüntü var gibi gelir. Belki de dört yanı dağlarla, yüksek tepelerle çevrili olduğundan, güneşi pek alamadığındandır; emin değilim. Hep bir gölge içinde. Bir de sıvası akmış yılların binalarını, apartmanlarını da katınca hüzünlü bir şehir atmosferi yaratıyor. Şehrin merkezi ova kısmında, fakat eski kısımları Sidre denilen tepeye konuşlanmış. Karatepe Dağı’nın eteklerine doğru müstakil evlere, sitelere çokça rastlamak mümkün. Şehir eskiye nazaran daha tepelere doğru bir imar gelişimi izliyor gibi. Aslında böyle bölgeler için de çok önemli kanımca. Zira tarım alanlarının korunması günümüzde oldukça elzem. Aynı zamanda yükseklere doğru düzenli yerleşim, şehirlerde manzara olgusunu kuvvetlendirdiği için daha görsel açıdan tatmin edici alanlar yaratılıyor. Örneğin; Isparta’da hangi noktadan bakarsanız bakın Davraz’ı, Barla’yı ya da Karatepe’yi görebilirsiniz. Bir yanınızda yeşil düzlük, bir yanınızda rengarenk dağlar. Isparta bir zamanlar önemli bir Rum ve Ermeni nüfusuna da ev sahipliği yapıyormuş. İki tane ayakta duran kilise mevcut. Birisi Sidre tepesinin daha aşağılarında, oldukça sağlam vaziyette. Bir süredir renovasyon geçirmekte, belediye tarafından halk kullanımına hazır hâle getirilmekte. Ötekisi ise maalesef metruk bir bina olarak ayakta durmakta. Kilisenin kendisi ayakta dursa da giriş kısmı ve çatısının bazı bölümleri çökmüş vaziyette. Şehrin kiliselerinde, kâgir cami ve binalarının kendine özgü bir taş mimarisi var. Mimariden de ziyade aslında taşın cinsi dikkat çekici. Antrasit rengi, koyu grimsi, ya da koyu sarımsı taşlardan inşa edilen bu yapılar; taşların renklerinden ötürü bana hep bu yöreyle özdeşleşmiş geldi. Bilhassa bir iki defa değil bir örüntü gibi taş binaların hepsinde karşılaşınca öyle bir imge yaratıyor.
Şehrin toplumsal hafızasında Dinar’daki deprem dışında bir deprem yok. Ki o deprem de Isparta’yı etkilemiş değil. Fakat Isparta sınırları içerisinde düşen iki uçakla ilgili hikâyeler hep aktarılagelmiştir. Birisi 1970’lerde Karatepe dağına çarpan uçak, ötekisi de 2007’deki düşen Atlas Jet uçağı vakası. İlk kazanın olay yerine yıllar sonra dağcılıkla uğraşmaya başlayan eniştem gidebilmiş ve bugüne değin hâlâ metal parçaların bulunabildiğini aktarıyor Karatepe’de. Öteki Atlas Jet için de aynısını söylüyor. Atlas Jet uçağı o zamanlar konferansa giden bilim insanlarını taşıyordu. Kazaya dair pek çok spekülasyon ve iddialar dolaşmakta. Ancak mesele, yeterince araştırıldı mı? Emin değilim ben de. Sizler bilgi sahibiyseniz irtibata geçmekten çekinmeyin benimle.
Devam edelim. Biraz Isparta halkının kültürel yatkınlıklarından bahsedeyim. Isparta toplumunu dindar ve milliyetçi olarak niteleyebiliriz. Süleyman Demirel Üniversitesi açıldıktan sonra zamanla toplum o homojen niteliğini yitirip daha karmaşık bir şehir hâline geldi. Özellikle 2000’lerden sonra küreselleşmenin ivme kazanmasıyla Isparta’da bu heterojen toplum daha çok kazık çakmış gibi duruyor. Nesiller arası farklar ekseriya bariz denilebilir. Şehirde tarikatlaşma bir nebze yaygın. Kırsalda durum eskiden vahimdi fakat epeydir kırsal yerleşimleri ziyaret etmediğim için izlenimlerim güncel değil bu hususta. Isparta eğitim ve spor açısından başarılı bir şehir. İç Anadolu’da yaşanabilecek, imkânları çeşitli birkaç kentten birisi diyebiliriz. Şehir için en önemli şahsiyet Süleyman Demirel tabii ki. Seveni de sevmeyeni de Ispartalı olmasından ötürü Demirel sayar. Nitekim Türkiye tarihinin ayrılmaz bir parçası hâline geldi bir önceki asırda. Tabii kendi ailesi de onun başbakanlığından ve cumhurbaşkanlığından nemalandı. İslamköy’de fakir bir çiftçi ailesinin çocuğu olan Süleyman Demirel’in ailesi, zengin ailelerden biri hâline geldi. Göltaş Çimento Fabrikası’ndan bahsetmiştim ya hani, işte o kardeşi Şevket Demirel’in şirketlerindendi mesela. Bölgedeki enerji üretim tesislerinden bazıları da kendilerine ait. Kendisini sevseniz de sevmeseniz de İslamköy’deki Süleyman Demirel Müzesini görmenizi öneririm. Nedendir bilmem ama Süleyman Demirel’in müsebbibi olduğu müspet veya menfi olaylardan bağımsız kendisine tarafsız, apolitik bir şekilde bakabiliyorum. Müzesini gezdiğimde sanki 500 yıl önce yaşamış birinin müzesini gezsem nasıl hissedeceksem öyle hissediyorum. Aklınızda bulunsun, İslamköy ekmeği; bölgede bilinen, sevilen bir ekmek. Dönüş yolunda mutlaka alın.
İslamköy, Eğirdir yolu üzerinden kalıyor. Eğirdir ismi Türkiye’nin herhalde büyük çoğunluğu için aşina bir isim olsa gerek. Babası, ağabeyi askerliğini komando olarak yapan insanların hayatlarının bir döneminde eğitim için Eğirdir’e uğramış olması muhtemel. Eğirdir’e giderken zikzaklı bir dağ yolundan aşağıya süzülerek inersiniz. Sağ tarafınızda, askeri birliğin hemen üstündeki dağın yamacında kocaman bir Türk bayrağı var renkli taşlarla oluşturulmuş. Üç yamacın ortasında bulunan bu görselin solunda, hemen altında ve sağında sırasıyla “Güçlüyüz, Cesuruz, Hazırız” yazmakta. Eğirdir, gölün hemen yanlarında yükselen dağlarıyla oldukça panoramik bir memleket. Eğirdir gölü de epey büyük. Balıkçılık ve deniz turizmi mevcut fakat ben göllerde yüzmeye çekindiğim için hiç girmedim. Eğirdir’in ucunda bir saplı ada var. Yakın zamanda Eğirdir popülerleşince ön tarafta saplı adanın olduğu arkada Eğirdir’i gölgeleyen dağın gözüktüğü o hoş manzara Isparta’nın simgesi oldu bir nevi. Eğirdir eski de bir yerleşim yeri. Doğu Roma İmparatorluğu döneminden kalma kervansaray ve sur kalıntıları var ama ne yazık ki bakımsız kalmışlar. Buranın simge yapılarından birisi de Eğirdir Kemik Hastanesi’dir. İstanbullular daha iyi bilir belki, Baltalimanı Kemik Hastanesi vardır. Türkiye’de tahminimce bir elin parmağını geçmez bu hastanelerin sayısı. Bu kemik ve eklem hastanelerinden biri de Eğirdir’de işte. Şarkikaraağaç istikametinde yol alırken şehrin içinde görmeden geçmeniz imkânsız.
Eğirdir-Şarkikaraağaç yolunun bir kısmı geliş gidiş tek şeritli dar bir yol üzerinden göle paralel devam eder. Bazı noktalarında aracınızı çekip Eğirdir’i gölün karşısından seyredebilirsiniz. Yol üzerinde nispeten yolun genişlediği bir noktada yol kenarı sebze-meyve satıcılarını görebilirisiniz. Orası klasik bir mola yeri gelen geçenler için. Ardından devam edip içlere doğru kıvrılırsınız Şarkikaraağaç’a varmak için. Bu noktada artık Akdeniz ikliminin yerini karasal iklimin aldığını söyleyebiliriz. Yol boyunca çevrenizdeki tepelerde bitki örtüsü giderek cılızlaşıp kayboluyor. Şarkikaraağaç’a nihayet vardığınızda sizleri özel bir şehir beklemiyor açıkçası. Ancak burayı eşsiz kılan tuhaf bir özelliği var. Burası akciğer hastalıklarına iyi geldiği söylenilen Kızılçam ormanına ev sahipliği yapıyor. Sapsarı kayaların arasında yıllardan beri yapayalnız kalmış bir orman. Bayramdan bayrama kampa gelenler hariç, sağlık sorunlarına şifa aramaya gelen kampçılarla da karşılaşırsınız burada. Bir de ne zamandı hatırlamıyorum, bu ormana Gezelim Görelim gibi bir program için gelmişlerdi ama az bilinen bir kanaldaydı. Medyatik bir mekân anlayacağınız. Bu kızılçam ormanları bir kenara bir de haşhaş üretimiyle tanınır burası. Küçükken komşuların boy boy haşhaş tarlalarının önünden geçtiğimizi hatırlarım. Haşhaş bitkisi erdiği zaman, yerden ince sert uzun bir çubuk olarak uzar. En başında da sanki açmak üzere olan bir çiçek şeklindedir, ama tamamen kabuk görünümündedir. Koyu sarı bir rengi vardır. Haşhaşın o baş kısmını kırıp içindeki kum tanesi gibi çekirdekleri topluca ağzınıza atıp çiğnediğiniz vakit gelen tatmini tarif etmek gerçekten zor. O hâliyle bile yemesi bağımlılık yapıcı neredeyse. Bu haşhaş böyle sade yenilebildiği gibi bir de sürttürülerek yenebiliyor. Bunu yapan birkaç işletme var merkezde fakat mekanik aletlerle yapılıyor tabii. Sürtülmüş haşhaş, hamur akışkanlığında birbirine tutunur vaziyette, siyah bir görünümde oluyor. Koşma denilen bazlama benzeri hamur işi ekmek, kara fırından taze çıkınca içine tereyağı sürüp bol haşhaş koyup sonra da Konya tulumu döşedikten sonra çayın yanında harikulade bir lezzet oluyor. Pişi de tüketilir epey. Bugün kahvaltıcılarda yaygınlaşmadan önce köylerde özel zamanlarda tüketilen bir gıda idi mesela.
Şarkikaraağaç’ın daha da güneyine indiğimizde karşıda sipsivri taş dağlar kuşatır. Yollarda kavak ağaçlarını sık sık görürsünüz. Güneye inerken bölge tekrar yeşillenip ağaçlanmaya başlıyor. Eskiden kar yağışı alırken artık dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi buranın da kar yağışı epey azaldı, hatta en son gittiğimde yalnızca bir iki gün ince ince yağıp sabaha erimişti. Peki bu yeşillik nereden geliyor bu güneydeki topraklara? Cevap: Beyşehir Gölü. Konya ile Isparta sınırını teşkil eden bu gölün suyu, on yıllardır çiftçilerin tarlalarına hayat veriyor. Ne yazık ki bilinçsizce su taşındığından gölün su seviyesi eski yüksekliğinde değil tabii. Burası aynı zamanda insanların yüzmeye geldikleri de bir yer. Ancak göl çok taşlı. Çok küçükken babam beni yüzmeye götürdüğünde ayağımı taşlar jilet gibi kesmişti. Nereye adım atsam ayağımda kesikler oluşuyordu. Güç bela çıkmayı başardım, ayaklarım kanlar içindeydi. Neyse ki babamın bir arkadaşı vardı, yanında da sargı bezleri. Ayağımı sarıvermişlerdi. Ondan sonra birkaç gün ayağımın üzerinde durmakta güçlük çektiğimi hatırlıyorum. Göl tarafına geldiğinizde Yenişarbademli adlı bir köye varmış oluyoruz. Burası Isparta’nın en doğudaki kasabası. Buraya elektrik 1967’de geliyor. Babam Şarkikaraağaç Mesleki ve Teknik Lisesinde okurken Yenişarbademli’de açılacak bir okul için masalar yapmışlar. Kendisi ağaç işlerinde olduğu için direkt masa ve sıraların üretiminde çalışmış. Meslek liselerinin faydalarını anlatan bir örnek olmuştur benim için. Türkiye’de o zamanlar iş bilen insan açığını kapatmak için meslek liselerinin önemli olduğu yıllar 70’ler, 80’ler. Şarkikaraağaç o senelerde Türkiye’de yalnızca birkaç tane bulunan Ziraat Lisesi’ne sahipmiş. Türkiye’nin dört bir yanından öğrenciler buraya zirai eğitim almak için gelirmiş. Bir başka benzeri de mesela Konya’daki veterinerlik lisesi. Bundan da Türkiye’de sayılı bulunmaktaymış o yıllarda. Eniştem veterinerlik lisesi çıkışlı mesela.
Yenişarbademli taraflarında Ardıç ağaçları da sıktır. Bu ağaçlar sağlamdır. Enstrümanlarda da kullanılır. Mesela “Şeytan bunun neresinde?” şiirinde bağlamanın sapının ardıç ağacından olmasından bahseder. Bizim köydeki evimizde de ardıç ağacı kullanılmış. Nereden baksanız 70 – 80 senelik ev. Ağaçlarda gözle görülür bir çürüme yoktu.
Isparta yöresi, gül ürünleriyle tanınır en çok. Gül lokumu, gül kolonyası, gül şerbeti ve daha nicesi. Dünyanın en kaliteli gülleri bu topraklarda yetişir. Ancak gül burası için tek ürün değil. Isparta halıları da meşhurdur aynı zamanda. Bu bilgi hep aklımın bir köşesinde olsa da hayatımda hiç halı dokunduğunu görmemiştim, duymamıştım. Ta ki halamla bu konuda sohbet edene dek. Meğerse kendisi lisede harçlık çıkarmak için köydeki evimizin yakınında, bizim de hep evden merkeze giderken kullandığımız işlek bir cadde üzerindeki metruk bir binada çalışırmış. Kendimi bildim bileli yıkıldı yıkılacak diye içimden geçirdiğim binanın bir zamanlar bir halı atölyesi barındırdığını hiç tahmin etmemiştim. Bu büyükler kendi tecrübelerini küçümserler ama keşke yaşamlarını anılaştırıp Anadolu köyündeki geçmiş hayata ışık tutabilseler.
Devam edelim. Şimdi Eğirdir-Şarkikaraağaç yoluna geri dönelim ama bu sefer rotayı biraz daha kuzeybatıya, Yalvaç’a kıralım. Şarkikaraağaç’tan yaklaşık 30-45 dakika uzaklıkta Yalvaç. Hayatımda sadece bir defa gittim. O da ismini duyduğum için merak ediyordum hem de yakınlarında bir antik kent varmış, onu görmek istemiştim. Yalvaç şehir merkezinin herhangi bir albenisi yok. Antik kent ise beni şaşırttı ve bölgenin mazisine karşı ilgimi ve hürmetimi artırdı. Burası hiç de küçük önemsiz bir yer değildi. Geçmişte Pisidia olarak anılan bölgenin eyalet başkentiymiş burası. Tam ismi Pisidia Antioch. Özenle işlenmiş sütun başlarıyla, güzelce bezenmiş heykelleriyle büyüleyici bir havası vardı. Neredeyse tamamen yıkıntı olsa da geçmişte şaşaalı bir şehir olduğunu anlatıyor. Ağzı var dili yok misali. Yalvaç’tan devam edip güneybatıya, Dinar yönüne inerken Uluborlu’dan geçersiniz. Uluborlu’da 1995 veya 1996 senesinde bir sel felaketi yaşıyor. Annemin kuzeni çocuk yaşta o sel felaketinde hayatını yitirmiş. Uluborlu, en başta bahsettiğim Barla Dağı’nın arkasında, derin bir vadiye konuşlanmış bir yerleşim. Yemyeşildir. Çevresi çıplak, dik yamaçlarla örtülüdür. Ebeveynlerimin ilk görev yeri de burasıdır. Daha da ileriye gittiğinizde Senirkent’ten geçip Keçiborlu’ya varırsınız. Birkaç sene önce lavanta tarlalarıyla epey ün kazanan Isparta’nın Kuyucak köyü, Keçiborlu’ya bağlı. Ancak Isparta’nın neredeyse en batı kısımlarında kalmakta.
Benim tecrübe ettiğim Isparta, bildiklerimle beraber bu şekilde sevgili okurlar. Buraya kadar sabırla okuduysanız müteşekkirim. Bir gün yolunuz Isparta’ya düşerse burada yazanlar size ışık olur, “Aaa Aydın bahsetmişti.” dersiniz umarım.
Sağlıcakla kalın!