Çadır çok soğuk. Isınamıyorum.
Her an sallanıyorum sanıyorum. Gerçek olmadığının farkındayım ama insan hissettiğine nasıl güvenmesin?
Yüzüm yara bere içinde. Ya üstüme bir şey düştü ya duvara çarptım. Belki her ikisi. Yeryüzü ayağının altında dans ederken insan ne olduğunu kestiremiyor. Ne yaşadığını da bilmiyor. Her zaman kötü şeyleri de unutmaya / bilmemeye meyilli oldum.
Belki bilmesem gerçek olmaz, hatırlamasam vuku bulmamış olurdu.
Köyümde küçük bir kız çocuğuyken de babam beni dövdüğünde olmamış gibi davranırdım. Genç bir kadınken beni sözlere boğan sevdiğim adam komşu kızıyla evlenince de kimseye anlatmadım; ne de olsa bizden çok inekleri vardı, toprakları da daha verimliydi. Almanya’dan bir çeşit gübre, tohum, bir şeyler getiriyorlarmış; ben hiç anlamam gavur işlerinden. “Allah’ın bana verdiği toprağa Hristiyan tohumu ekmem ben.” derdi babam.
Ahmed’imle tanışana kadar hiçbir erkek ne bana verdiği sözü tuttu ne de bana insan muamelesi gösterdi.
Hastanedeyim; sarı saçlı İstanbullu bir çocuğun elini var gücümle sıkıyorum. O beni koruyacağını söyledi, hem o olmasa ben bu ecnebi doktorlara nasıl güvenirim? Ya bacağımı keserlerse? Komşularım öyle dedi bana, zamanında gitmemişim hastaneye, keseceklermiş. Hastane yoktu ki.
Sol tarafımda bir bebek ağlıyor, sağ yanımda bir kadın “Yardım edin!” diye çığlık atıyor. Anlayabiliyorum ama şu an ben ve benden olanlar dışında kimseyi umursayamam. Allah yâr ve yardımcıları olsun.
Çadırda geceleri çok üşüdüm. Isıtıcıya sarılma ihtiyacı duyuyordum. Hep bacaklarımı dayadım ona, bacağımı dayayacak hiçbir şeyim kalmamıştı. “Herhangi bir şeye fazla dayanınca yanarsın.” derdi rahmetli annem. Yüzüm beni göstermeyecek kadar yara içindeyken üstüne anama itaatsizliğim yaktı beni. Allah uyarmıştı beni anamın sözünden çıkmamam için.
“Gitme!” diyorum İstanbullu çocuğa, “Bırakma beni diğerleri gibi.”
Ahmed’im hep çok sevdi beni; dillendirmezdi bunu ama hep sevdi. Bir bardak su getirdiğimde bile “Su getiren elin dert görmesin.” derdi. Bana, bile isteye bir kötü gün geçirtmedi. Ahmed depremde beni bırakıp gitti.
Ahmed’imle çocuğumuz olmadı bizim. Teselliyi birbirimizde aradık hep. Dünyanın en iyi adamı olsa da elime alamadığım çocuğumu hep özledim. Kardeşim kızına benim adımı verdi. Kendi çocuğum gibi sevdim onu. Beraber büyüttük, evlendi, bizim buralarda bulması zor olacak kadar terbiyeli bir adamdı; ne onu ne başkasını hiç kırmamıştır. İki tane dünya tatlısı çocuğu oldu. Bir kız bir erkek; bir görseniz, dünyanın en tatlı çocukları, Mehmet polis olmak isterdi, Fatma ise hemşire. Çok akıllı çocuklardı. Kardeşim, yeğenim, kocası ve çocuklar depremde beni bırakıp gitti.
Doktorlar bacağıma bir şeyler yapıyorlar, çocuk dikkatimi dağıtmak için anlattırıyor, biliyorum. Ben de istiyorum açıkçası biri sesimi duysun diye, dinlesin çocuk. Ama bacağımı kesmesinler, komşular öyle dedi.
“Bacağımı keseceklerse zehirli iğne vursunlar bana evladım!”
Bizim çok değerli arsalarımız vardı, İslahiye’nin en güzel arsalarıydı. Müteahhit geldi, buraya bina dikelim size altı daire bir dükkân veririz, dedi. İstemeden kabul ettik. Seneler sonra gelmiş, projenin yarısı dikilmiş, iflas etmiş. “Bir daire bir de canımı verebilirim.” dedi. Adamın canını alamayız ki biz, Allah’tan korkarız. Müteahhit sözünü tutmadı, beni bırakıp gitti.
Diktiği ev yıkılmış. Oradaki insanlara yazık oldu, ona yandı bacaklarım.
Senelerce oy verdim, başbakanlara, belediye başkanlarına; onlar da beni depremde bırakıp gitti.
Enfeksiyon olmuş bacağım, kesilmeyecekmiş; ama çocuk hâlâ beni rahatlatmaya çalışıyor olabilir. O da birazdan beni bırakıp gider. Alıştım artık.
“Bırakma beni evladım!”