Maneviyat, Anadolu’da en önemli kavramlardan biri. Asırlarca çorak İç Anadolu toprakları üzerinde toprağını işleyip ekinini büyütmeye çalışan insanımız, bu zorlu iklim içerisinde hayatını idame ettirmeye çabalarken aynı zamanda yoksulluk, o zamanlar için çaresi bulunmayan binbir nevi hastalık, biri biterken ötekisi başlayan savaşlar, ağır vergiler ile cebelleşti. Şikâyetleri duyulmadı, sorunlarına çözüm sunulmadı. Ne zaman bunalıp “Artık yeter!” dediği vakit; ağalara, beylere, devlete ayaklandı. Hitamında kimi canından oldu; kimi ata toprağından sürüldü, kendini bambaşka diyarların yolcusu buldu. Ne halkın sancısı bir nebze olsun dindi ne de ağalar, beyler bildikleri düzenden döndü. Analar, babalar, nineler ağıt yaktı ölenlerin, sürgünlerin ardından.
Evleri vardı insanların başlarını sokacakları. Müşkül şartlarda inşa edilen, onlarca nesle ev sahipliği yapan. Bir de kendilerini geçindirecek bir bağ bahçe veya tarlaları vardı. Sütünü sağacakları tek tük inekleri, yün elde edecekleri koyunları, yumurtasını yiyecekleri tavukları. Onca zahmetle biriktirdikleri her şey ziyan oldu. Ardı arkası kesilmeyen her türlü felaket insanımızın belini büktü, gözünde dökecek yaş bırakmadı.
Karşı karşıya geldiği sayısız yıkımla insanımız maneviyata sıkı sıkı sarıldı. Mevla’ya, dine, pirlere sığındı. Ümidini yitirmeden her şeyin yoluna gireceği günleri bekledi. “Allah kerimdir!” dedi ve yeni baştan bir düzen yaratmak için başladı çalışmaya. Artık bir şeyler farklıydı ama. Evi yandığında veya zelzeleyle yerle yeksan olduğunda atalarıyla bağı zayıfladı. Doğup büyüdüğü ev ortadan kalktığında anıları da beraberinde götürdü. İneği, koyunu öldüğünde bir maldan daha fazlasını kaybettiği aklına geldi. Dedesinin, babasının kullandığı tırmığı, küreği kendi elinde kırıldığında; elindekinin yalnız bir maldan ibaret olmadığı düşüncesi yandı kafasında. Böylelikle dünyevi malların maddiyatının, manevi değerinin farkına vardı.
Peki neden maddi şeylere maneviyat yükler, onları bir maldan daha farklı görürüz? Yukarıda değindiğim örneklerin ortak noktasında emek kavramı yatmakta. Bütün bu maddiyat; içinde yılların, hatta nesillerin emeğini barındırmakta. Bu emek yalnızca o şeye harcadığımız vakit değil, aynı zamanda onunla beraber bir şeyleri yapmak için kullandığımız bir şey de olabilir. Bir kalem, ilk kez satın aldığımız ucuz ve kalitesiz bir enstrüman, belki bizlere okumayı sevdiren bir kitap. Ailemizin hediye ettiği bir kıyafet. Belki babamızın senelerce severek giydiği eski bir ceket. İnsanlar çok uzun zamandır kullandıkları, bitap düşmüş bilgisayarları, arabaları için bile sevgi ve hürmet nişanesi olarak nükteli bir şekilde “Benim külüstür.” diye nitelendirir. Geriye dönüp düşüncelere daldıklarında “Vay be, kaç sene götürdü beni!” diye hayranlıklarını ifade eder.
Hâlbuki bazen maddiyatın değersizliğinden bahsedildiğini işitiriz. Mühim olanın maneviyat olduğu söylenir; sevgi, şeref, haysiyet ve benzeri soyut kavramlar ardından dillere gelir. Ama görüyorsunuz ya, maddiyat dahi maneviyata sahip olabilir.
Peki bu düşünceler bana nasıl hasıl oldu? Maddiyat günlük hayatımda da zaman zaman düşündüğüm bir kavramken ülkemizde şubatın ilk haftası yaşanan olağanüstü felaketin ardından gelen görüntüler, bu düşünceyi çok daha sık canlandırmaya başladı kafamda. Yıkılan apartmanlara, enkaz altındaki arabalara, dört bir yanında göçük oluşmuş arabası içinde canını kurtarmak için bölgeden kaçan insanlara, beton bloklar arasında sıkışmış koltuklara ve yataklara, ısınmak için enkaz alanlarından çıkartılıp yakılan kitaplara ve daha nicesine tanıklık ettim. Bu fotoğraflara bakıp da insanın yüreğinin burkulmaması mümkün mü? Hani derler ya, “Cana geleceğine mala gelsin.” ben bu ifadeye çoğu zaman şüpheyle yaklaşırım. Kolay mıdır insanın çok müşkül şartlar altında didinip yaptığı birikimin, kurduğu düzenin gözleri önünde göçüp gittiğini görmesi? Yıllarca çalış, iyi kötü bir apartman için senelerce fahiş kredi borcu altında ezil. Emekli ol, borçları kapa zamanla. Artık rahatım, hayatta başka derdim yok dediğin anda, bir gece gelen afet senin hayatta maddi manevi tutunacak ne kadar dalın varsa alıp götürsün. İyi kötü bir işin vardı belki, çok iyi bir hayat yaşayamasan da kazandığınla kiranı bir şekilde tamamlayıp yaşamaya devam ediyordun. Şimdi ne ev var ne iş var. Yıkımın ortasındasın, ne yöne gideceksin? Bütün ailen oradaydı belki. Şimdi nereye gidebilirsin? Nasıl yeni baştan başlamaya cesaret edeceksin? Nasıl tekrar yaratacaksın kendin için bir imkân?
Evleniyorsunuz, aile kuruyorsunuz. İlk evinizi diziyorsunuz, yeni yeni mobilyalar. Daha renkleri parlak, canlı. Belki bir çocuk odası dayayıp döşüyorsunuz. Ardından yaptığınız her şey sabaha karşı kum tanesine dönüyor. Sevdiklerini kaybetmenin tarifsiz acısı bir yandan vururken dişinle tırnağınla kazandıklarını yitirmenin taşıdığı bir hayatın anlamsızlığı hissi çarpıyor. Emeklerinin beyhude olduğuna şahit olmak ne zor olsa gerek?
Unutmayalım, emek sözcüğü kültürümüzün mihenk taşlarından birini oluşturuyor. Günlük yaşamımızdaki ehemmiyeti bir kenara, bir de siyasi tarihteki önemi var. Elbette insanın sevip değer verdiği insanları yitirmesinden önemli değil hiçbir şey ama emek de azımsanamayacak ölçüde hayatımızla iç içe vaziyette. Hâl böyle olunca insanın yine de aklına takılıyor. Bu kadar insan şimdi ne yapacak? Bunca yaşanmışlık neden? Bunca dünyada biriktirilen maddiyat niçin? İşte, bir gece vakti toza dumana karıştı her şey. Yitirdiğimiz canlarımız için pek çok şey yazıldı, çizildi. Bu konuya dair pek bir şey yazılmadı, belki de ben göremedim. Ancak öyle sanıyorum ki ilerleyen haftalarda bölgedeki insanların kafasını daha çok kurcalayan bir soru olacak bu: Şimdi ne olacak?
Sözlerimi noktalamadan önce, bütün ülkemize başsağlığı diliyorum. Başımızdan geçen felaket, tesellisi mümkün olmayan acılar yarattı. Dilerim insanlar sevdiklerine kavuşabilsin, aileler müteveffaları uygun bir şekilde defnedebilsin, insanlar geleceklerini tekrar inşa edebilecekleri gayreti ve morali kendinde bulabilsin. Hep birlikte, geçmişte olduğu gibi, bu zamanları da aşacağımıza dair ümidimi koruyorum.
Sağlıcakla.