İçimde sessiz bir kavga var. Bu kavganın bir kazananı olsun beklentim ise yok. Kazanılacak bir durum da yok gibi zira. Niyetim, kavganın neden olduğunu ve nasıl bir kavga olduğunu anlamaktır yalnızca. Paradoks şudur ki olur da anlamlandırırsam bu kavgayı, anladığımı anlatmak da bu kavgaya dahildir kanımca. Sizlerle paylaşmak isterim ki bu yazıda kavgayı salt şekilde negatif olarak etiketlemememiz gerekiyor. Hayatı anlamak için dualite (ikilik) nasıl bir araçsa, içimdeki bu kavga hâlini anlamak da sanırım öyle mümkün. Lafı uzatmadan gelelim kavgamızın konusuna: İnsanların bağırışları.
Bir süredir etrafımdaki her insan ve insanın ürettiği her şey sanki bağırıyor. Bitmek tükenmek bilmeyen bağrışmalar tüm yaşamımızı ele geçirmiş gibi! Hem bundan mustarip olan hem de bu bağırtıyı inşa edeniz. Gün geçmiyor ki insan olmak yeniden şaşırtmasın. Peki bir insan neden bağırır? İnsanlar nerelerde ve ne zaman bağırır? İnsanlar bağırdıklarının acaba farkında mıdır? Evet, bu yazıda kurban olarak insan türünü seçtim. Ancak daha özele inmek gerekirse aslında kendimi seçtim. Çünkü Furkan’ın bu yazıyı yazabilmesi bir nebze de olsa kendi bağırışlarını duymaya başlamasıyla mümkün oldu. Kendi bağırışını anlamlandıramadan, bağırmalar üzerine ahkâm kesmek herhalde çok daha büyük bir bağırış olurdu. Gelin Furkan’ın bağırışlarına ve işittiklerine beraber bakalım.
Yalan Dünya dizisindeki Vasfiye Teyze karakterini hatırlarsınız. Meşhur repliklerinden biri şu şekildedir:
Bir inziva sürecinde bufo seremonisi ardından ben de kendi kendime dedim: Ne çektin be Furkan! İnsanlar seni anlasın diye ne zahmetlere girdin be evladım. Yıllar önce anlaşılmak için konuşmayı seçtin. Ta bebekliğinde tiyatral rollere girdiğinde ilgi gördüğünü fark ettin. Söz ve sahne sanatlarında ilerlemenin kendini ispat etmek noktasında etkili bir yol olacağını hissettin. Güdülendin. Neşe saçtıkça, kahkahalar attırdıkça, insanları iyi hissettirdikçe “kendin ol”uyormuşçasına hissettin hep. Kocaman bir illüzyonda, anlaşılmak derdiyle yoğruldun durdun be oğlum. Daha ilkokul yıllarındayken senden büyük insanlara kafa tutmak mottosuyla kompozisyon yarışmalarına katıldın, ödüller aldın. 8 yaşında okul temsilcisi olacağım hırsıyla, rehber öğretmenin aileni okula çağırıp “Furkan’ın heyecanını ve inancını kırmadan bu işten vazgeçirmemiz gerek.” demesine sebep oldun. Farklılığın öfkeyi ve nefreti üzerine çekmesin diye de bir güzel sempati maskesini giydin. Öyledir. Furkan çok harikadır. (!) Kötü bir yanı varsa bile saklamayı da beraberinde bilir. Derdi sevgisiz kalmamaktır çünkü.
Baktın ki insanlar “başarı” denilen bir kavramdan bahsediyor. Tamam dedin, alın size başarı; kendinden nefret ede ede ezberledin bütün matematik formüllerini, girdin Boğaziçi’ne. Aman ne büyük başarı! Övündün içten içe. Yargılarını perçinledin. Artık Boğaziçi kazanamamış milyonlar bir hiç, sen ise her şeydin! İnsanlar 0, Furkan 1. Hem hiç seçmek istemediğin hem de tüm hırslarınla seçtiğin bir yarışın içerisine soktun kendini. Bunu sen mi istedin yoksa toplum mu pek emin olamadın. Her zaman da legalize ettin yaptıklarını. Çünkü öyledir. Daima da “bir sebep” vardır. Ego makinasının tutunmak zorunda olduğu, o sebepler.
Epey bir süre orta yolcu ve her cenaha yakın olmanın hakikat olduğuna inandın. İnandın, çünkü sosyal paylaşımlarında bunun sana kazandırdıklarına gördün ve bunlara tutundun. Yine de hiçbir zaman “ortalama” veya “genel” olmadın. Böyle olmayı da daima küçümsedin. Daima farklı olmalıydın. Herkes aynı şekilde yapıyorsa bile sen ufacık da olsa bir farklılık katıp “farkını çizdiğine” inandın, inandırmaya çalıştın. Yani hem herkestin ama hiçbir zaman da kimse gibi olmayacağını haykırırcasına bağırdın. Her zaman akranlarının ötesinde olduğunu varsaydın. Furkan; her düşündüğü, her yaptığı, her söylediği ile daima farklı olmalıydı! Bir noktada farklıydı da. Oğlan çocukları “aptal” bir topun peşinde koşarken, Furkan hiç kimsenin bahsetmediği ve bilmediği Eurovision kliplerini izlerdi. Renk! Ses! Sahne! Kıyafet! Koreografi! Ta ta ta taaamm… Karşınızda ergenlik yıllarında ayyuka çıkacak kimlik bunalımlarıyla Furkan.
Ne çok bağırdın be Furkan. Bu yazıyı yazarken bazı kelimeleri italik bazı kelimeleri ise kalın yazarak bile bağırıyorsun belki. Belki kimseyi kötü hissettirmiyorsun veya bu yaptığın yanlış değil. Ama yine de saklı bir bağırtı gibi. Yıllarca Instagram’a yükledin “anı biriktiriyorum” adı altında kendini gösteren paylaşımlar. Twitter profiline yazdın kocaman: #Slytherin #Norm-bender #Fıtrat farkı. “Bunu böyle severim, onu öyle yapmam, şunun usulü budur, o işin gereklilikleri bunlardır, onu öyle giyerim, sen şöylesin ben ise böyleyim…” vb. Her paylaşımın Furkan’a daha çok etiket yükledi. Sosyal görünürlük, kendi görünürlüğünün yer yer önüne geçti. Zaman zaman ise sahiplendiğin etiketlerinin altında kaldın, ezildin, sıyrılamadın. Sürekli bir kıyaslama ile yordun kendini. Daima ulaşılacak hedefler ve yapılması gerekenler dolaştı durdu zihninde. “Kişisel gelişim” maskesiyle kendi potansiyelinde, kendinin gelişimi için değil dayatılan gelişimlere göre hareket ettin. Kafanda bağıran tilkiler de elbette hiçbir zaman susmak bilmedi.
Burada ifade etmediğim veya edemediğim, içimin en derinlerdeki daha nice bağırışlar ve nice haykırışların ağırlığıyla geçti gitti 25 yıllık dünya ömrü. Şubat 1998’de başladı benim bağırma yolculuğum. Şu satırlar ise Şubat 2023’te can buldu. Bu yazı bir yandan bir iç muhasebe ama belki bir yandan da hâlâ anlaşılma çabası. En azından küçük bir fark ile: Furkan’ın kendisi de kendisini anlamak için eskiye nazaran daha fazla çaba harcıyor. Furkan’ı çok yormadan, daha az bağırmasını ondan talep ederek yol almak istiyor kalan ömründe.
Ben kendi bağırışlarımla mücadele ederken şu sıralar, içimdeki gölge yanlar da feci hâlde sarsıldı. Kendi kimliklerimden midem bulandıkça insanların giydikleri kimliklere de sabredemediğimi fark ettim. Kendi dünyamda fark edip yer yer de çözümleyebildiğim kimlikler olduğu için, sanki kalan herkesi yargılıyormuş gibi oldu bir yanım. “Ya kör müsünüz? İçinde bulunduğunuz döngüyü nasıl göremezsiniz? Ahh bir inzivaya gitseniz kendiniz hakkında neler görürsünüz neler! Off, aman yaa sahiplenip dert ettiğiniz durumlara bakın!” gibi yargılar çıkıyor zihnimden. Yakalıyorum da bunları. Sonra kendime kızıyorum. İnsanların tekâmülüne ne hadle karışırsın diye. Ne hadle hâlâ bağırıp durursun diye! Sonra da diyorum sen bir şeyleri çözdün diye mükemmel mi oldun a saftirik çocuk! Hâlâ bocalayıp çabalayıp duruyorsun. Kendinden kaçmak için yine başkaları üzerinden egon tutunmaya ve nefsin kendini iyi bilmeye çalışıyor. Ahh Furkan, ahh!
Hâlihazırda hâlâ giydiğim ve fark ettiğim kimlikler de canımı sıkıyor. Yine kim bilir daha kendimde fark edemediğim neler var. Sessizleşiyorum. Sessizliğim de mevcut iletişimlerime zarar veriyor gibi hissediyorum. Çünkü onları kaybetmek istemiyorum. Onları tutmak istiyorum. Bu sefer yine kendime acı çektiriyorum. Bağırışlarım hem benim sahiplendiklerim hem de sahiplendiklerimin çok ötesi. Sadece kendim olma hâliyle ister sessiz ister başka kimlikli, teslim olmaya çalışıyorum sevgili dostlar.
Çok fazla uyaran var. İçimde bağırışlar olduğu için dışarının bağırışlarını duyuyorum. Bunların hepsi biliyorum ki içimdeki uyarıcılar ve ben izin verdiğim için ve izin vermeye devam ettiğim için de varlar.
Sanki bir trans hâlindeyim ve şey diyorum yine yer yer, içimden, “Beni kendi transınıza davet etmeyin. Beni ellemeyin. Bana bulaşmayın. Ben çok kırılganım. Ben kendime yetemiyorum. Eğer size yetmeye çalışırsam yine kendimi kaybediyorum.”
Ve ekliyorum, “Lütfen biraz bağırmaz mısınız?”