Yaşamaktan öldüğümüzü duyumsayamayacak biçimde yoğun bir hız içindeyiz. İçsel deliliklerimizi, son moda giysilerimiz misali sosyal medyada ifşalamaktan aldığımız mazoşist zevkin de ötesine geçmemize çok az kaldı. Ne yaparsak yapalım hiçbir şey elde edememekten her şeyi yitirdik. O kaybediş noktasında yere dik dik bakan, bakmaktan başka bir şey yapamayan öznelerin yaşam çekişmesini, elden yaşamak gelememesini eşelemek istiyorum.
Şeylerin gerekçelerinin ötesinde mevcudiyetini konu etmek gerek önce ama bugün bir istisna yapalım.
Neden ölünür? Hem olmaktan hem de olamamaktan, olunandan ve olunamayandan. En mutsuz insanların, bilinçsizliğe yeteneği ya da hakkı olmayan insanlar olması bir tesadüf müdür? Kendileriyle ve çevreleriyle ilişkilerini en çok sorgulayan ve sürekli yeniden yazıp duranların… İnsanlıktan istifa edip çekip gidiyorum/gitmek istiyorum diyemeyenlerin, parçalanmışların, boşlukta süzülenlerin… Kendini gördükçe, varlığını fark ettikçe yadsıma refleksi yükselen tuhaf bir türüz. Yaşananlar arasındaki boşluklara koyabileceğimiz doğru kelimelerimiz yok, atsak da tutup tutmadığını kontrol edebileceğimiz bir cevap anahtarı da. Yaşamın anlamı bile kayıpken neden ölünür? Kutsallığımızı ve biricikliğimizi kurban ettik, yaşama nedenimizin durumu bizim sefilliğimizden hallice. Düşünüyorum, düşünüyorum… Ya yaşamak için saçma nedenlerden fazlası yoksa? Bilinmeyi bile hak etmeyen bir dünyaya baktığını düşünen birine, kemirilen yaşamını meşrulaştırabilecek nasıl gerekçeler sunmak gerek? Bütün yönler eş, elimizde iğnesiz bir pusula, yaşamanın da ölmek kadar tuhaf ve amaçsız olduğu bir yerdeyiz. Ölmenin ve yaşamanın anlamsızlıkla döşenmiş kaygan zemininde, eriyen bir buzun üstündeki tek seçeneğinin koşmak olduğunu içten içe bilen hâlimizin sonucu mu tüm bu hız?
Hâl böyleyken cehaletin, metafiziğin -hatta patafiziğin- ve göreliliğin yüceltildiği zamanları yaşamamız şaşırtıcı değil. Eğer kendimiz dışında bir gerçek yoksa, hayatta kalmak için bu gerçekleri icat etmek şart olur. Anlamsızlığa görece bağışık olmak, bu üretim sürecinin verimliliğinden sorulur. Eriyen bu buzda ilerlemek zorundayken, kişinin kendi yaşam gerçeklerini yaratma telaşı kadar doğal bir şey olamaz. Derin yalnızlığın yadsıdığı ve afişe ettiği benliğin kendinden köşe bucak kaçması da bundan. Herkes kendi saçma ve uydurma nedenlerinden sorumlu deyip işin içinde çıkmak kolay. Peki ya bunu yapacak anlamı bile göremeyenleri, tüm bu umut noksanlığını ne yapmak gerek? Sorun hayatın anlamsızlığı mı yoksa bizim başa çıkma yöntemlerimiz mi artık işlevsiz?
Ne kadar iyi kurgulanmış olursa olsun dikkatli bakıldığında her kurgu kendini ifşa eder. Anlık bakışlar ciddi bir sorun yaratmasa da dikkatlice bakmak uydurmaları buharlaştırır ve anlamsızlığın uçurumunun üstündeki örtü kalkar. Bu yüzden de uydurma gerekçelerden kafa çevirmek oldukça küçük yaşta öğrenilir; bakmazsan görmezsin, görmezsen de yok sayabilirsin. Kişisel uçurumlarımıza bakmayı göze alamayız. Kendini görmeye tahammülü ve dolayısıyla -hatta bu yüzden- hiçbir şeye vakti olmayan bir benlik taşıyoruz. Bu bakıştan, hatta bakışın riskinden kaçmak için yüzyıllardır en moda yolumuz, zaman, zamanın icadı.
Burada duralım. Size uykudan ve gecikmekten bahsetmek de istiyorum.
İlginçtir ki uykusuzluk ile umutsuzluk arasında ciddi bir ilişki var. Uyuyamazken yaşadığını hissetmek ve bundan keyif almak mümkün değildir. Uyku ile yaşamdaki telaşlar, sıkıntılar ve endişeler sıfırlanır. Yaşamın belki de yanıltıcı döngüselliği uyku ile kurgulanabilirken uykusuzluk ya da uyuyamama bu açıdan can çekişmeye yakınsar. Yaşamın sürekliliği kırılır ve insanın üstüne çaresizlik çöker. Ne var ki uyku için de zaman gerekir ve biz kendi icadımız olan zamanın kontrolünü, zamanı kaybettik. Uykusuzluğun eziyeti yetmiyor gibi bir de sürekli uyumanın faydalarını dinleyip duruyoruz uzmanlardan. Oysa “Kimse yokluğunu duyduğu şeyin yararlarını, ağır bir yoksunluk çekenden iyi bilemez.” Biz de farkında olmasak da ciddi bir zaman açlığı çekiyoruz. Neye koştuğumuz belli değil, şimdiden neye geç kaldık bilmiyoruz. Aceleciliğimiz zamanın kendisini bile geçti, geç kalmanın saplantı olduğu bir yerdeyiz. Gecikmek “geride kalmak” ile eş değer. Çağımızda kabalık, başkasının planlarını göz ardı etmek ve zamanını “boşa harcamak.” Kesintisiz hızlanmanın getirdiği ileriye doğru kaçma, zamanın hayatlarımız üzerindeki tahakkümünü hafifletir gibi gelse de sürekli aynı yere çıkıyoruz: Eriyen bir buz üstündeki tek seçeneğimiz ileriye doğru koşmak. Çünkü biliyoruz, durur ve bakarsak tüm bu anlam zırvalıklarının maskesi de bizimle birlikte düşecek.
Ne de ilginç normlar geliştirdik, sırf zamanın suç ortaklığında içsel boşluğumuzu görmezden gelmek için. Geldiğimiz yer olan zaman ekonomisinde, örneğin konukseverliğin karşılığı zamanını ayırmaktır. Performans toplumlarının dayattığı zaman “tasarrufu” ve “verimlilik” modalarının temelinde de bu yaklaşım yatar. Ancak zaman ile yapılan bu şeytani sözleşme çok geçmeden kontrolden çıkmış olsa gerek. Gücün yozlaştırdığı zaman, bizi geride bırakıp belki de tarihteki en görkemli iktidarlığını yaşamakta. Boşluğumuzdan kaçmak için araçsallaştıktan sonra, “zaman” insanları belki de korktuğumuz o boşluktan da korkunç şekilde kontrol etmeye başlamıştır. Pek çoğumuz hayatımızdaki her şeyi ona göre ayarlar, en başta neden onu bu kadar merkeze aldığımızı bile unuturuz. Sormak aklımıza gelmez. Bilinçsizlik için yalvaran, içinin boşluğuna kafa çeviren insanlar artık istese bile kendi içine bakamaz hâle gelmiştir. Çünkü artık tek önemli olan şey bir sonraki işe, gündeme, mekana, toplantıya yetişmektir. Zaman, bizi kör ettiği gibi seçim özgürlüğümüze de el koymuştur.
Zamanın otokratlığında ise gecikme, belki de boykotun bireyselleşmiş yegâne yolu olabilir. Ancak burada hesaplanmış bir gecikme değildir söz konusu olan, planları altüst eden ve birilerinin yardımseverliği ve nezaketine sığınmaya yol açan bir gecikmeden söz ediyoruz. Bu belki de hayatın bireysel anlamının hâkimiyetine giden yegâne çıkış yolu olabilir. Çünkü ancak bir şeylere gecikirsek kendimizi ve çelişkilerimizi ertelemeyi az da olsa durdurabiliriz. Gecikmeden kaçış yoktur, gecikirseniz fark edersiniz. Gecikme, zamanın sermayeleştiği dünyamızda kişinin kendisine iyi gelmesi için anlık da olsa görmesidir, zamanı fark etmeye ve onunla barışık olmaya zorlar bizi. Zamanı olmadığından okuyamadığını söyleyenlerin eksiği de budur, gecikme okumanın -içselleştirmenin- temelini oluşturur.
Tüm bu iktidarına rağmen zaman kazanıldığından çok kaybedilir, “zaman yaratmak” zamanı çarçur etmenin başka bir şeklidir. Gününü tonlarca verimli zaman dilimi ile bölüp yöneten insanlarımızın yaptığı, aslında bu yarışta zamanın önüne geçmeye çalışmaktır. Bir süre sonra da hızlanmaktan başka bir seçenek kalmaz. Kişi hıza uyum sağladıkça daha çok vermesi beklenir ancak verimliliği zirveyi gören kişi kısa süre sonra daha azının beklenmesi için yalvarırken bulur kendini. Düşürülen talepler bir süre sonra kişinin daha hızlı/verimli olma dürtüsünü tetikler ve döngü kendisini başlatmaya devam eder. Emeğini, yani zamanını takas eden kişi tükenene kadar kişisel zamanını sunar ve sonra nefessiz kalır. Soluklandıktan sonra da koşma refleksine engel olamaz, ta ki yeniden nefes nefese kalana kadar. Ama yakından bakıldığında insan çalışarak kendini gerçekleştirmez, bir şeyleri gerçekleştirir. Zaman ise kenarda durup izler, artık ona bile ihtiyaç kalmamıştır. Kişi, kendi gözlerini çıkarır.
Genç Oblomovlar toplumunda en moda cevap “yorgunum” olur. Yorgunluk olumsuzlanmaz ama. Olumsuzluk gecikmedir, zamanın hissedilmesidir. Kayıplarımız ancak zaman ile hissedilir. Hüzün ve melankoliyi, günümüzde belki de tam olarak bize zamanı hissettiren en etkili durumlar oldukları için bulaşıcı hastalıklara has dehşet ve uzak durma ile karşılıyoruz. Trajikomik olarak önlemeye çalıştığımız “kaybın kaybından” daha acı verici çok az şey vardır. Hiçbir boşlukta nefes alamadığımızda, işte o zaman gerçekten boğuluruz. Bir toplum sırf çok hızlı gitmek için gençlerine zamanını öznelleştirme olanağı vermediğinde, yani öznel zamanın kaybına yol açtığında, yolumuza bu kaybın yasını üstlenen melankoli çıkar. Melankolik gençlik de harekete geçemeden pes eder. Kaybı göz ardı etmek adına curriculum vitae (öz geçmiş) ölçülerinde bir zamansallık kurgusunda, uydurma ve asla gerçeği yansıtmayan o referanslarda kendi zamanını arayarak döner durur.
Tapındığı heykelleri parçalayan bir saygısızlığın kokuşmuşluğu sinmiş hepimizin üstüne. Her birimiz zaman tüketicilerinden fazlası olmayan içi boş kabuklara dönüştük, ruhları değil zamanı emerek tüketiyoruz. Zaman odaklı şeylerin peşinde koştukça da gündelik işlerin bayalığı, bayat kokusu sarıyor etrafı. Bu denklemde, zamanın bir türevi olan dikkatimizin her geçen gün daha çok talep edilmesi şaşırtıcı değil, çoklu iş yapma becerisinin yüceltilmesi de. Oysa bu bir medenileşme değil bir ilkelleşme, bir gerilemedir. Vahşi hayvanlar her kokuyu, sesi, görüntüyü analiz eder. Çünkü ilke olarak daimi şekilde tehdit altındadırlar ve sürekli tetikte olurlar. Zamanımızın devasa sektörlerinden video oyunları bu hayatta kalma içgüdülerini güçlendirir. Ama ne pahasına? Hannah Arendt’e göre insana özgü olan, derin düşünce pahasına. Derin düşünce ve can sıkıntısı yoksa gecikme de yoktur. Gecikme yoksa anı da yoktur. Zamanı ve zaman farkındalığımızı masaya koyduğumuzda, sandığımızdan fazlasını kaybetme riskimiz var.
Zamana ve belleğe kavuşmak için her birimiz gecikmeyi kanıksamalıyız. Belleğe kavuşmak için öncelikle bellek kaybını kabul etmeli ve dolayısıyla da bu kaybın üstünü örttüğü geçmiş hüzünlere karşı olan borcumuzu ödemeyi göze almalıyız. Ayrıca eyleme geçebilme kabiliyeti için de gecikmeyi kabul etmek zorundayız. Yalnızca bir hayatımız olduğunu sloganlaştıran tüketim toplumunda yok oluştan alınan bir haz, sadizm var. Şeyleri ve temsil ettikleri değerleri yok ediyoruz. Oysaki bunlarla kurulan ilişkinin yolu tüketimden değil, derin düşünceden geçer. Şeylere dair düşünmek, bakmak gecikmeyi kapsar. Zaten gerçekten bakmadığımızda, başka şekillerde görmeye çalışmadıkça tekilleşen bir hayata mahkûm olmak işten değildir. Hayatın değeri de bakmalarımız çoğaldıkça, hayat içerisinde hayata dair olan borcumuzun zaman cinsinden önemini ölçtükçe görünür hâle gelir. Bu açıdan yaşamanın umutsuzluğu ve amaçsızlığı zaman ile olan ilişkimizin karmaşık denklemindedir. Her zaman az da olsa gecikmeli yaşamak zorunda olacağımızı bilmek, hayatın değerini bireyselliğimizin ötesine genişletir. Hayatın değeri de ancak öznel zamana kavuşulduğunda, öznellik üstlenildiğinde anlaşılır. Belki ondan sonra toplum olarak ilk defa derin bir uykunun tadını çıkarabiliriz.
Notlar
Bu yazı aşağıdaki kitaplarda ilham ve fikirleşmeler sonucunda sentezlenerek yazılmıştır.