Çekilin önümden çekilin! Metroya yetişmem lazım.
(Yürüyen merdivenden çıkan metalik ayak sesleri)
İşe geç kaldım.
Hep de geç kalırım.
—
Sahi neden geç kalırız?
Evet, evden geç çıktığımız için cevabı doğru.
Ama çözüm için pek şey söylemez. Söyleseydi daha erken kalkmak için on alarm kuran herkes yenerdi bu sorunu.
Sorguya devam edelim. Neden evden geç çıkarız? Ya alarmı ertelemişizdir ya da oyalanmışızdır. Aslında bazen pek de gerekli sebeplerce geç kalırız. Masanın üstü dağınık mı kalsındır. Çamaşırlar küflenmeye mi terk edilsindir. Bazense yalnızca uzatılan bir kahvaltıdır. İçilen bir bardak daha çaydır, sıyırılan reçeldir.
Bir şeyler bulmaya başladık galiba. İlerleyelim bakalım yol bizi nereye çıkaracak? Neden pek de acelesi yokken masayı toplarız, canımız istemiyor olsa da bir bardak daha çay içeriz veya çamaşır asarız?
Zannımca bu sorunun cevabı dürtülerimizde yatıyor. Karşılaşmak istemediğimiz, yüzleşmek istemediğimiz şeyi erteliyoruz. Arkadaşlarımızın bizi gerecek sorgularından, patronumuzun huysuz suratından, ödevlerden ve sınavlardan kaçıyoruz. Biraz daha geç görmek için onları; çay bardağına, çamaşır askılığına veya reçele sığınıyoruz.
İlk defa gerçekten kendimize dair bir şeyler bulmaya başladık. Ancak dikkat edin bunların hiçbiri kaynak neden değiller. Sadece doğru kaynağı bulduğumuzu işaret etmekteler. Öyleyse bir daha soralım, neden?
Hakikatin bir kısmı bize şunu söylüyor:
Çünkü yukarıdakilerin hepsinin bizlerden beklentileri var ve hepsine tam tekmil cevap veremezsek eksikmişiz gibi hissediyoruz. Bir uzvumuz olmazmış, hemen ertesi gün çolak kalırmışız gibi geliyor. Panik içerisinde koşturuyoruz, insanların isteklerine kendimizi feda ederken buluyoruz çoğu zaman. Canımız istemiyor ya kalkmak o yataktan, ıvır zıvır işle uğraşıyoruz ya, işte o içimizin yeter artık bu işle uğraşma demesinin fena olmayan bir yolu. Sonra ne yapıyoruz? Başımızı önde eğerek nedamet getiriyoruz. Özürler diliyoruz hocamızdan, patronumuzdan ve dostlarımızdan. Yalvarıyoruz onlara:
“Ne olursunuz bizdeki bu yanlışlığı affedin. Tembelim işte, yetişemiyorum işlere. Söz veriyorum 1 saat daha erken geleceğim bundan sonra.”
Tik tak tik tak ma ki na laş mak. Beynimden geliyor bu ses.
Ama geçmiyor sözü bana? Neden hâlâ herkesten geçe kalıyorum? Ettiğim yeminler neden bozulmaya mahkûm her seferinde? Neden herkes laf dokunduruyor bana?
Zavallı mıyım ben?
Yanlış mıyım ben?
Duralım ve sakin olmaya çalışalım bu noktada. Zira bu sözlerle geldiysek ağır ameliyatlık hastayız ve anlaşılan kalkmamak ihtimalî de var.
Yavaş yavaş bırakacağız ipi, sakin ve dikkatli. Ki görelim hınzır domuzun ettiklerini. Çocukken ağır ateş geçirdiniz mi hiç? Böyle titrediğiniz oldu mu zangır zangır? İnsanın öyle anlarda örtünesi gelir. Çünkü üşüdüğünü zanneder. Dengeye gelebilmek için bir dış gözlemciye veya termometreye ihtiyaç duyar. Civalı der ki soyun, üşüttün yine soyun. Ancak o andan sonra anlar işin aslını.
Buradan çıkarılası bir hisse var. Duyularımız, beynimiz ve dürtülerimiz bazen yanılır ve biz bir dış gözlemciye ihtiyaç duyarız.
Duyarak hasretini o tatlı vuslatın, tekrar yola koyulalım. Termometreyle aklımızı dengeye getirmeye çalışalım yüksek ateşten bulandırmadan. Kapısı kapanmış sınıfa girerken yaşanılan gerginlik, burun delikleri büyümüş patronumuz veya uflamaya hazır arkadaşımızla yüzleşmeden önceki hislerimiz nelerdir? Gerginlik? Utanç? Korku? Sinir?
Sahi ya bir bahane araştırır mısınız siz de? Otobüste kavga çıktığı için herkesi indirir mi şoför ya da trafiğini hesaba katmadığınız olur mu her gün geçtiğiniz bilindik yolun?
Sevgili arkadaşlar bu hikâyede birden fazla kişiyiz hepimiz. Gocuklu celep kaldırınca sopasını katılıveriyoruz sürüye. Aklımıza ilk geleni eyliyoruz. Kat kat yorgan altına giriyoruz ki ısınalım.
Eyvah havale geliyor!
Eyvah havale geliyor!
Derya içreyiz ama deryayı bildiğimiz de yok. Demeye dilim varmıyor ama kabahatin çoğu bizim! Bir biz varız, kendimiz, bilinçaltımız. Bir entite olarak arzıendam ediyoruz. Duygularımızla bilincimize isteklerini anlatan bir içimiz. Konuşamayan ama kendini hislerle anlatan biz.
Sonra bir beynimiz var derya içre olan, balığın deryayla kendisi arasındaki köprü. En son bir de deryanın kendisi var ki denklemi tamamlıyor. O da etkileşime girdiğimiz bütün bir dış dünya.
Dışarıdan bir mesaj geliyor “Sabah 8’de toplantı var.” Beynimiz hiç biz denen garip varlığa sormadan onaylıyor:
“Olur efendim, pek tabii olur. Sizi memnun etmekten âlâ vazifem mi var benim?”
İşte burada oyun başlıyor ve tahterevalli kuruluyor. Kim daha güçlü biz mi, dünya mı? Balık mı derya mı? Mesajlarla, toplantıya dek yetiştirileceklerle patron bastırıyor. Aracı herkesten daha gönüllü. İnanmış çünkü yaşadığına memnun etmek için başkalarını. Biz-in eli armut toplamıyor ya. Tıklatıyor kapısını beynin. Can sıkıntısı ile, üzgünlük ile, enerjisizlik ile. Tamam diyor aracı olan köprü, içeceğim enerjimi toplayabilmek için yalnız bir çay daha…
Sonra geç kalıyor. Patron köprüye kızıyor geri dönüp. Köprü de bize. Köprü mahcup oluyor ve eksik hissediyor, yarım, yanlış. Daha sert bastırıyor bu sefer. Hiçbir söz hakkı tanımayacağına yemin ediyor bize. Peki sonra? Bu sefer bizin enerjisi bitiyor, bazen bahanelerle, bazen geç kalmalarla, bazen yataktan çıkacak enerjisi olmamakla bazen de öfke patlamalarıyla kendini anlatmaya çalışıyor.
Sonuç ne?
Yanlış hisseden ve bize öfkelenmiş bir köprü, sesi duyulmadığı için öfkeli bir biz ve bekletilmekten şikayetçi derya…
Hikâye burada bitmiyor, en azından bir kısmımız için. Bir kısmımızın sorunu kendiyle değil. Onlar deryadan haberdar, kendilerinden haberdarlar ama sıkışmış vaziyetteler. Buyurun ikinci kısım:
Ya da başkaldırıyoruz.
Evet, evet geç kalarak başkaldırıyoruz.
Neye mi, nasıl mı?
Kendimi tanıyorum, neye ne zaman ihtiyacım olduğunu da biliyorum.
Çok güzel. Çözüldü mü peki sorunun büyüğü?
Hayır.
Neden?
Birazcık yaşamış herkes bilir ki hayat; istediğimiz zaman, yalnızca keyfimizin yettiğinde bir şeyler yapmak için fazla bencildir. Dengeye gelebilmek için kendimize hayır deriz ya da belki de diyemeyiz.
En yakın arkadaşımızla planladığımız yemek planını iptal etmemiz gerektiyse kime hayır deriz? Ertesi günkü toplantı yüzünden bir senedir beklediğim kursa kayıt yaptıramadıysam ne olur? Köprü derince bir nefes alır ve düşman beller deryayı. Madem sen benden çaldın, ben de geç kalarak senden çalacağım. Ancak bu şekilde alacağım benden çaldıklarını geri.
Öyleyse gecikelim,
gecikenlerin şerefine içelim.
Hep birlikte kadehlerimiz gecikenlerin zaferine kalksın.
Ama durun bir dakika, Pirus neden acı acı gülüyor uzaktan? Bunak köpek düşürdü içime zalim şüpheyi. Yoksa ortada bir zafer yok mu? Nasıl yani?
Bu sefer hareket noktamız dışarıyla ilgili olduğundan ölüm riskimiz yok, hatta epeyce zor anlaşılacak da bir problem. Ancak gelin şunca satırlık ahbaplığımıza güvenip dediklerime kulak verin.
Geç kaldığımızda bize yönelen bir öfke yok. Tamam ilk noktada anlaştık ve birlikteyiz. Öfkeyle dolu olunan bir otorite var, çıkarcı gözleriyle bize bakıyor. Hayır, daha da zorlaştıralım işimizi. En sevdiğiniz arkadaşınız onu beklettiğiniz için sinirle size bakıyor.
E canım o da bekleyiversin azıcık ne olacak? Ama bu yüzden onun çok istediği filme bilet alamadınız, hâlâ anlayış mı bekliyorsunuz? Peki onun geçen gün ona çok ihtiyacım varken telefonumu açmamasına ne demeli? Ben buyum arkadaş, nedir yani mükemmellik mi vadettim?
Böyle bir cümle duyduğumda umutsuzluk ile sakallarımı sıvazlarım. Şu yaştan sonra safsata nedir anlatacak değiliz ya diyemeden üzgün üzgün karşımdakinin gözlerine bakarım.
Nefes alalım dostlar karnımıza, zira güzel şeyler konuşacağız.
Bu tarz sinirler genelde kişisel alanın ihlalinden, yapmak istediğimiz şeylerin güç yetirebileceğimizden fazla olmasından kaynaklanıyor. Halbuki biz artık çocuk değiliz her edimimizi sonuçlarıyla göğüsleyebilecek olgunluğa ulaştık. İşe mi girdik, onun hayatımızı ihlal edeceğini biliyorduk. Arkadaşımıza yanımızda olmadığı için sinirlendik mi, onun bahsetmeden durumun ciddiyetini anlayamayacağını da biliyorduk. Bu tarz pasif-agresif savaşımların kimseye bir yararı yok. Derince bir nefes alalım böyle anlarda. İntikam almaya karar vermeden. Diyalogsuzluk ve intikam hissi yalnızca ortamı zehirler. Eh Süleyman Efendi, sen de hiçbir şeyden çekmedin beynindeki bu savaşımdan çektiğin kadar.
Bir şeyi kabul ederken lütfen sorumluluklarımızın da olduğunu, görünenle beraber görünmeyen kısımlarının olduğunu bilerek adım atalım. Sinirimiz çıktıkça yüzeye, tepki vermeden kendimizle konuşup hislerimizi anlamaya çalışalım. Duygularımızı kontrol edebilince kazanacağız deryayla olan savaşımızı.
Son bir kısımdan daha bahsetmek isterim hazır konusu açılmışken. Şimdiki inceleme konumuz dolap beygirleri. Biraz tehlikeli bir ekip ne yalan söyleyeyim. Nereden bildiğimi sormayacaksanız başlıyorum.
“Yarım tabip candan, yarım hoca dinden eder.” derler ya, bu atasözünün bu kısma iyi gittiğini düşünüyorum. Buradaki insanlar bize büsbütün yabancı değiller ancak yeterince tanımadan hüküm vermek hususunda mahirler. İçlerinde oldukları deryayı da görür gibiler ama olduğundan daha başka renkte.
Dolap beygirinden başlayalım isterseniz söze. Su dolabı denen sulama aracını döndürmek için var olan bu hayvancıklar, sürekli hareket ederler ancak hiçbir yere varamazlar. Döner dururlar. Bu arkadaşlarımızın kendi hayatlarına dair idealleri vardır; gerektiğinde insanlara hayır deyip masadan kalkmayı, buluşma teklifini reddetmeyi iyi bilirler. Bu hâlleriyle ikinci kısımdaki insanlara yaklaşsalar da içlerindeki korku onları sürekli daha fazla verimli olmaya iter. Daha çok iş, daha az boşluk, daha çok verim, daha az israf edilen zaman. Daha çok başarı daha çok öz değer. Onu da yapmalıyım ve bunu da hatta şunu bile yapsam harika olmaz mı? Aman Yarabbi, herkes 2 işi yapamazken ben 10 işi yapabiliyorum.
Normalim?
Evet evet, normalim.
Yani normal değilim ama benim normalim bu.
Neden bunca çaba? Anlamını yitirmiş bir hayatın (postmodernite, evet) farkında olan zihin sürekli daha fazla odun isteyen bir lokomotif gibi yakacak şeyler istiyor. Ne olursun bana bir şeyler ver ki öğüteyim, kıvranmayayım kaybolmanın acısı içerisinde. Ben kahramanlar çağının çocuğuyum bu kaygan zeminlerde yürüyemem. Yönümü tayin eden mitler, inançlar olmadan hedefe gidemem. Çaya bakarsam tepsiyi deviririm. Çeşitli renk oyunlarıyla dikkatimi üzerine toplayıver. Neyin üzerine kuracağız kilisemizi, İsa babamızın dayandığı Petrus kocaman bir efsaneden fazlası değilse?
YA RA TIM LA RI MIZ DAN.
Eh, yavrum yine duyduk iskeletimizden gelen tik tak sesini. Nasıl olacak? Kaya değil bu Esat, balçık balçık.
Hani AROG’ta Ceku, Arif kılığına giren komutan Logar’ı bıyığından tanımıştı ya, onun gibi bu yeni Edebiyat-ı Cedidecilerin evliya olmadıklarını kriz anlarında aşina gözler anlayabilir. Kişiye en aşina göz de kendisinin astigmat gözleridir pek tabii. İğretiliğin farkına varınca sinir hissi ya bize döner ya da deryaya. Sisteme küfrederiz bizi bu hâle getirdiği için veya rekabeti körükleyen ailemize. Diğer senaryoda da yaptığımız şey kendi beceriksizliğimize, işe yaramazlığımıza sinirlenmektir. Pek kıymetli iç komiserimiz eleştirilme zevkini dışarıya da bırakmaz bu sefer. Sniff sniff sniff, yahu bir koku var aldınız mı siz de?
KI SIR DÖN GÜ.
Peki kafamızdan aşağıya sarkıtılan saman parçasıyla ne kadar daha nefes nefese kalmaya devam edeceğiz sayın dolap beygirleri? Hayır biz bu kadar verimli olmak için dizayn edilmiş bir zihne veya bedene sahip değiliz. Kendimizi tanıdığımızı düşünüyoruz ama bu her şeyi sepetine doldurmaya çalışan bitli domuz, olsa olsa çocukluğumuzdaki sevgi göstermeyi bilmez bir figürdür. Bir de yanlış anlamayın ama boğmaya çalıştığımız, o iç sıkıntısı döktüğümüz, daha fazla iş suyuyla boğulmuyor. Anlayacağınız yüzmeyi öğrenmiş pezevenk.
Neyse ciddi olalım:
Bizim bu seferki ameliyatımız çok riskli. Hem sedyeden kalkmama ihtimalîmiz var ufukta hem de incecik bir damarda yavaş bir işlem yapacağız. Peki ben neden çok daha belirli bir sorunu anlatırken ürkek adımlarla ilerledim de bu sefer dolap beygirleri diye bir lafla açtım sözü?
Bazen de sedyede kalmak, başarısız olmak, düşmek ve yaralanmak iyidir de ondan…
Rahvan gideceğiz bu sefer, bir yere yetişmeye çalışmayarak. Öncelikle kendimizi tanırken duygularımızı alacağız merkeze. Biz nedir, neye benzer, hangi duygularla bize ne anlatmak ister bununla hesaplaşacağız. Sonra dış dünyanın beklentiye girmekte ve güvenmekte haklı olduğu konuları göreceğiz. Ne kadar çimento varsa yanımızda o kadarlık köprü kuracağız. Tanrı değiliz yavrucuğum her isteğe yanıt vermemiz her başarıya koşmamız beyhude. Zincirlerimizden boşanacağız, dolap beygirliğini bırakacağız. Bir kalem kâğıt alıp şema çizmeye başlayacağız. Neredeyim, ne istiyorum neden istiyorum, bu hedefe giden adımlar neler diye yazacağız. Gün 24 saatse ve bunun 12’si kullanılabilirse 6’sını kullanıyormuş gibi planlar yapacağız. Ayaklarımızı uzatıp hiçbir şey düşünmeden çay içecek, arkadaşlarımızla saçma şeyler konuşacak ve kahkaha atacağız. Biz rahatlayacak. Döneceğiz bu sefer dış dünyaya. Farkında olarak sınırlarımızın. Reddedeceğiz, bazı parkurlarda koşmamanın gücünü hissedeceğiz damarlarımızda, ki o son bardak çayı daha bir gün önce içmiş olalım. Hayata ya da sorumluluklarımıza geç kalmayalım.
Ki sonsuza dek sussun Pirus, ve eklesin: Benim olmayan savaşlardan vazgeldim ey dünya!
—
Sağlıcakla kalınız efendim.