Son zamanlarda özellikle üstüne yazmak istediğim bir konu var. Hatta birkaç konu… Bunların birbirinden farklı olduğunu düşünmüştüm ilk başlarda. Bu yüzden farklı zamanlarda farklı yazılar olarak yazarım diye düşünüyordum. Ancak zaman ilerledikçe, ne kadar iç içe olduklarını fark ettim. Biraz üstüne düşünmem ve gördüğümü nasıl anlatacağımı çözmem lazımdı. O yüzden gözlemledim, düşündüm, konuştum ve sonunda daktiloları taklit eden eski klavyemin başına geçtim.
Çokça uyarana maruz kaldığımız bugünlerde, durgun ve derin zevkler edinmek gittikçe zorlaşıyor çoğumuz için. Aynılıkların şöhretine kapılıp gidiyoruz. Neyi, niçin, ne zaman beğendik açıklarken; ötekinin nazarından pek de sıyrılamıyoruz. Kendiliğimizi, zevklerimizi hatta bana daha ilginç geleni, acılarımızı bile dikkate değer olanlardan seçiyoruz. Bir üçüncünün gözünde, toplumun listesinde neyse kıymete değer olan onlardan birini bulmaya çalışıyoruz. Toplumun listesi bile artık bana masum, zamanla oluşmuş ve açıklanabilir geliyor. Sanırım bahsetmek istediğim ama hissettiğimi söze dökerken kelime yoksunluğu çektiğim bu şey, akım, hepimizin yönlendirmesinin çok dışında kalıyor. Bir kör nokta gibi.
Belki şirketler, belki sistem denebilir buna. Sanırım adını koymak o kadar da önemli değil ama görmek oldukça önemli. Bahsinin geçmesine değecek kadar önem arz etmesi ise gerçeğin içinde dolaşan bir sanrıyla, bakışımızı hiç var olmayan bir şeyin gerçekliğine sürüklüyor oluşu. Ortaya bir değer, konu, ürün, kalite olduğu fikrini koyup aslında hiç de böyle olmayan bir noktaya zihinlerimizi hapsetmesi. İnandırmaktan öte, kabul etmenin doğrulayıcısı olması. Daha da ileri gidersek bir norm olması…
Hedefe koyulan o noktaya her ulaştığımızda, yaşanan hayal kırıklığının sonucunu kendimize mal edecek kadar kör ediliyoruz. Her seferinde yılmadan, bıkmadan kendimizden şüphe ediyor, kör nokta kendimiz oluyoruz.
İçine doğduğumuz dünya aslında daima böyle bir yer değilken, zihinlerimiz bu dünyaya yeniden doğurtuldu. Sanki hiç başka bir zamanda yaşamamışız gibi. Sanki televizyondan öncesi hiç olmamış, geniş açı hep varmış gibi. Hayatımızın birkaç yıl öncesini dahi hatırlayamaz, belki de kıyaslayamaz olduk. Vazgeçilmezlerimiz, kilometre taşlarımız yön değiştirdi. Bir yere ulaşıp bir şeyi edinip mutlu olacağımız fikrinin, hiç sona ulaşamadığı bir döngüde yaşıyoruz. Her ay yeni değerler edindiğimiz bir düzenimiz var. Belki de bu yüzden bunun bir düzen olduğunu kavramakta zorlanıyoruz. O kadar hızlı ki, başı sonu var mı; iyi mi kötü mü düşünmeye pek de vaktimiz olmuyor. Günün sonunda ise bunalmışlık, öfke, hayal kırıklığı ile baş başa kalıyoruz. Bedenimiz, zihnimiz, duygularımız, düşüncelerimiz sürüklenmekten bitap düşüyor. Biz basma kalıpların yok ettiği özgürlükten kaçarken, gerçekliğin bulanıklaştığı sularda biri olmaya çalışıp köşeye sıkışan dargın, yorgun ruhlarız. Bu hızlı dünyada bir yandan yavaş ve gerçek hazların dedektifi, bir yandan ise diri kalmaya çalışırken nefes nefese kalan bir atletiz.
Anılarımızı taze tutmak isterken kullandığımız birkaç araç gereçten birisi hobiler, ilgi alanları. Bizden bir şeyler ortaya koymak isterken keyif almanın alternatifi. Dönüp kendimize ya da başımızı kaldırıp aynalara bakarken yabancılaşmaktan koruyan bir ilaç gibi. Ancak şimdilerde onları da ithal ediyoruz. Öyle başka diyarlardan diyerek gözyaşı akıtmaya da gerek yok aslında. Her şeyi satın aldığımız yerden, telefonlarımızdan alıyoruz. Bu alışveriş, bir şeyi para ile ödemekten çok daha farklı bir alışveriş. Birkaç boya, bir tuval ve bir şövale almaktan çok daha soyut ve karmaşık. Bir uğraş ya da hobi almıyoruz, aramıyoruz. Önümüze getirilen sofrada aramamızı istenen neyse onun peşinden koşuyoruz. Bize mutluluk kaynağı hatta bir hayat tarzı pazarlanıyor. Ve daha kim olduğumuzu yeni çözmeye başlayan bizlerse bu hızlı alışverişte, yorgun düşüncelerimizi idealize edilmiş hayatlarla değiş tokuş ediyoruz. Hiçbir standardı olmayan bu reklam, bazen entelektüelitenin kaynağı varsayımıyla kitaplar, meditatif yaşamlar, eleştirilecek konularken; bazen de kalçaların büyüklüğü ya da burunların düşüklüğü gibi geniş bir spektruma sahip. Eskilerin kolay anlaşılır bir sözüyle “Her malın bir alıcısı var” bu mecrada da. Bütün alışveriş, aldığımızda yeterli olacağımız yetersiz ürünler üzerine kurulu. Bu yüzden aynı frekansta bile olmayan sorunlar ve çözümleri; kayan bir ekranda, videolar çöplüğünde, saatleri dakikalara bölmüş bir arayıştan ibaret. Günlerin çalışmaktan, uyumaktan ve yemekten geriye kalan nadide anlarında ise, o ulvi duygunun defineciliğini yapma mecburiyeti kılınıyor. Yeterli ve değerli olmak…
Düzen değişmez, dönüşür. Dönüşür ki nefes alabilsin. Biz ise düzen kadar nefes almanın peşinde değiliz. Bazılarımız havucunun peşinden koşuyor; bazılarımız ise değiştirmek için kan döküyor. Halbuki zehirli mantarlar yenmez ama yok da edilemez. Ancak tanınır ve uzak durulur. İhtiyaçlarımızı görmek için definecilikten bulduklarımızı kara borsada satmak yerine, dönüp bu tarlanın iklimi ne diye bakabilmek; ancak defineye ayırdığımız vaktin yönünü değiştirmekle mümkündür. Korku ile kendimizi dağlara arşınlamak ise ancak göz ardı edilen yorgunluğun çıldırmış dışa vurumu olabilir. Oysaki biz, nerden geldik ve nereye gideceğiz sorularını milyarlarca yıldır cevaplarken; her defasında yeniden ışığa ihtiyaç duyup bir kere daha ateşi yakmayı öğrenebildik. İşte bu yüzden umudu bırakmak ya da ithal duygularda boğulmak yerine, nefes almanın zamanını kaçırmamak yeterlidir belki de.
Bende yer çekimini bulamayan bu düşünceleri burada sandalyelere oturtmak bir hayli zor olsa da belki bir benzerlik ya da anlaşmazlığın gerçek konuşması içerisinde yer bulabilir umudu ile aktardım. Doğrunun ve iyinin değil gerçeğin kıyısında dolaşmak dileğiyle.