Konuk Yazar: Burcu Kosova
“Bir şişe su lütfen! Dışarıdan olsun ama, yanında buzlu bardak alabilir miyim lütfen?” 18 Ağustos Salı akşamı Urla’da, Sanat Sokağı’nda, köşede Kafe-Restoranın merdivenlerinden inip bahçesindeki mutfağa en yakın masaya oturup beklemeye başladığımda saat 20.30 olmuştu.
Spor ayakkabılarıma baktığımda, altı ay önce oradan ayrılırken ayağımda olan terlikler gelmişti aklıma. Altı ay oluyordu kaçalı. Hâlâ inanamıyordum yaşadıklarıma. 20 yaşındaydım, aşiretten çıkma bir aileden olmadığım ve peşime kimse düşmeyeceği için bir bakıma şanslıydım. Tek yaptıkları, orospu oldu diyerek evlatlıktan reddetmek olacaktı.
İç Anadolu’nun, Kaman’ın bozkırından, Ege’nin yeşiline, İzmir’e, gelmiştim. Ankara’ya giden bir otobüse binmeyi başarmış ama o otobüsten inene kadar da kafamı bir kez olsun kaldıramamıştım. Bir senedir para biriktiriyordum. Kaman’dan Ankara’ya gitmem madden değil ancak manen çok masraflıydı. Ankara’ya geldikten sonra biraz rahatlamış ve nereye gideceğime; gözlerimi kapatıp halamın hediye ettiği kitaptan yırttığım ve ortaokuldan beri yanında taşıdığım dünya haritasında Türkiye’nin yerini bulduktan sonra karar verecektim, içerilerde bir yerde saklanmış maceracı ruhum böyle yapmamı söylüyordu.
“Buyurun…”
Güler yüzlüydü ama acaba gerçekten mutlu muydu? Çok da bakamamıştım garson kızın yüzüne. “Hep çekinirsin” diye kendi kendine söylendi yine. “Ne olur sanki bir kez sana gülümseyen, tebessüm eden birine sen de aynı şekilde karşılık versen?..”
Küçüklüğümden beri böyleydim. Hayır! Aslında böyle değildim, böyle olması gerektiğine inandırılmıştım. Kızlar gerekmedikçe konuşmaz, gülmez, düzgün oturup kalkar, öyle bacaklarını uzatıp oturamazlar, fikirlerini söyleyemezler ve evdeki görevlerini asla aksatamazlar. Suyun buzların arasından geçerken izlediği yol ve buz küplerinin arasından hedefine ulaşmaya çalışan suyun kristalize olmasıyla, yaşadıklarımı ve zorlukların üzerinden gelme hikâyemi bağdaştırmam çok mu saçma?
Geleli sadece beş-altı dakika olduğunu fark ettim. Bardağın içine limon da koymuşlardı. Söylememiştim ama bu limon dilimi içimi ferahlatmış, sudan bir yudum aldıktan sonra bardağı masaya bırakırken garson kıza az da olsa tebessüm ederek teşekkür etmek istedim.
“Aynı yaşlardayız galiba.” diye geçirdim içimden. “Aynı yaşlardayız ama bir kendine bak bir de ona. Anılarımızın yüz seksen derece farklı olduğu o kadar belli ki. Anlatsam da saçmalıyorsun diye tepki verebilir. Zaten yan masaya sorsak bana 40 yaşında der.”
Cep telefonuma baktım. Cevapsız arama yoktu. İş görüşmesi için bekliyordum, 40-45 dakika kadar da erken gelmiştim. Bir çay içebilirdim. Aslında, bardak her hareket ettiğinde buzların sesini duyurabildiği o koyu renkli şeyden içmek istiyordum. Sanırım soğuk kahveydi. Geleli bir hafta olmuş olsa da birkaç yerde gördüm ama hiç deneme cesareti gösterememiştim. Bir hafta öncesine kadar Ankara’ da, yatağımda, beni özgürleştiren bu yola çıkabilecek cesareti ve parayı nasıl toplayacağımı düşünüp durduğum zamanlar geldi aklıma…
Telefonumun ekranı aydınlandı. Bir yandan bakmak istiyor, bir yandan da korkuyordum. Acaba köyden biri izimi mi bulmuştu? Ya da biri görüp haber mi ulaştırmıştı? Kısa bir tereddütten sonra nefes alıp ekrana baktım:
“Nermin iyi misin kızım? Necla ben, halan.”
Halam… O da benim gibiydi ya da ben onun gibiyim demek daha doğru sanırım. Onca kısıtlamaya rağmen bir şekilde kendini o köyden kurtarmış, okumayı başarabilmiş ve şimdi İzmir’ de yaşadığı söyleniyordu. Peşinden gitmemişlerdi ama artık bir ailesi yoktu. Haber alamıyordum ama onun hep huzurlu olduğunu içten içe hissediyordum.
Tam o sırada karşımdaki sandalyenin birisi tarafından oturulmak üzere çekildiğini fark ettim. Kafamı yukarı kaldırmaya endişe etsem de bunu yapmak zorundaydım.
“Merhaba, Özlem ben. Bu küçük yerin annesi ve de şefiyim.”
Gülüyordu, hem de gözlerinin içine kadar. Mavi gözleri ve beyaz bir teni vardı. Tahminen 45-50 yaşlarındaydı. Üzerinde pembe-beyaz-mor minik çiçekli bir elbise ve mutfak önlüğü, ayaklarında ise benimkilere benzer spor ayakkabıları. Benim gibi biriydi aslında; kadındı.
Elindekinin şarap olduğunu düşündüğüm bardağı masaya koydu ve çektiği sandalyeye oturdu. Şarabı elinde, güler yüzlü, mütevazı ve güçlü bir kadın ile karşılıklı oturuyorduk.
“Sadece su mu? Başka bir şey ister misin? Çekingen olmanı anlıyorum ancak benimle biraz daha rahat olabilirsin. Çekingenliğini anlıyorum, onca şey atlattın. Hiç merak etme, dediğim gibi ben buranın yalnızca şefi değil annesiyim de. Her ihtiyacın olduğunda senin için burada olacağım ve sorunları birlikte çözüyor olacağız. Unutma hayat bir yolculuk ve dizi kanamış kız çocukları birbirlerini anlarlar. Düşmek acıtır, iz bırakır ama güçlendirir…”
Sözlerine bir yudum şarapla ara verdi. O sırada gözlerime bakıyordu; biliyorum benden konuşmamı ve bir şeyler söylememi bekliyordu. Bense sadece biraz tebessüm edebilmiştim.
“Türkiye’de kadın olmak!” dediğini duyduğuma eminim ya da öyle bir baktı ki ben bu cümleyi duydum.
“İyi ki kaçmak için İzmir’i seçmişsin ve iyi ki Mehmet Bey ve Gönül Hanım çiftine denk gelmişsin. Ve iyi ki onlar da tanımadıkları birini evlerine alacak kadar empatiklermiş, hem de o kadar seneden ve bazı tecrübelerden sonra… Hâlâ bu insanlardan var dünyada. Çocukları yok ama olsaydı bile seni yanlarına alacak kadar iyi yürekli insanlar. Hayatta bazı şeylere dışarıdan müdahale edilmediğinde olması gerektiği gibi gidiyor.”
Mehmet amca ve Gönül teyze, Özlem ablanın arkadaşlarıydı. Ankara’da otogarda bir başıma çaresiz bir şekilde elimde bir çantayla otururken, etrafımdaki adamların meraklı ve “Acaba yer mi?” bakışlarının üzerimde oluşturduğu ürperti sırasında Gönül teyzenin, en soğuk havada bile sobanın ısıtmadığı kadar içimi ısıtan sesiyle yaşam çizgimin normale döndüğünü hissettim.
Beni o küçücük masada yaklaşık bir saat kadar dinlemişler, karnımı doyurmuşlar ve gerçekten dönmeme kararımdan emin olduktan sonra evlerine davet etmişlerdi. Kalacak yerim yoktu ve o anda etrafıma baktığımda hangi cesaretle buraya bu şekilde gelebildiğimi kendime sorduğumda cevap veremediğimi fark ettim. En kötü ne olabilirdi? Şu anda etrafımda olup da başta hemcinslerim olarak beni yargılayan bir ortamdan daha kötüsü yine bu tip bir topluluğun olduğu bir ortama girebilirdim. Halam ne yapmıştı acaba? O olsa gider miydi? Ya da gitmiş miydi?
Altı ay olmuştu annemin ve kardeşlerimin yüzünü görmeyeli. Babam diyebileceğim biri benim için yoktu. Annem uyuduktan sonra yanıma gelmekte olduğunu tahtaların gıcırtısından anlardım. Yapabildiğim tek şey, kafamı yastığa gömüp bitmesini beklemekti. Anneme kızgındım aslında; kocasının yataktan kalktığını, o yürürken tahtaların çıkardığı yardım çağrısını ve en önemlisi de kendi canından olan varlığın hıçkırıklarını nasıl duymazdı?
Üç maymun terimini anlattığı zaman Gönül teyze, aklıma direkt annem gelmişti. Babamın odama geldiği gecelerde tek avuntum, bir kız kardeşim olmamasıydı. İstediğim tek şey aklımdaki sorunun cevabını duymaktı aslında: Neden? Aklıma tek bir şey geliyordu ama buna da mantıklı diyemiyordum. Öğrenilmiş çaresizlik; sen de böyle bir genç kızlık yaşadıysan neden engel olmadın babama? Neden çekip gitmedik?
Güzel yemek yapıyordum ve geliştirmeye, yeni şeyler denemeye, izlediklerimi, okuduklarımı denemeye meraklıydım. Doğaya ve denize hayrandım. Bu dünyanın parçası olarak kendimizi bozmaya ne kadar meraklıydık aslında.
O akşam Özlem ablanın restoranında işe girdim. Evet evet, “o akşam”, hemen bulaşıklarla başladım. Çok çalışıyordum, gözleri gülen bir kadından alıyordum enerjimi çünkü. Arada ben de şarabımdan bir yudum alıyordum artık, keyif için haftada bir-iki sigaramın dumanı da tütüyordu.
Ankara’ya giden otobüse binerken yaşadığım duygu kargaşası artık yerini gözleriyle gülerek kendini iyileştirmeye çalışan bir Nermin’e bırakmıştı. “Yapabilirim!” dediğim o dakika başta olmak üzere ne kadar çok itici gücüm varmış aslında içimde.
20 yaşında tekrar başlamıştım. En önemlisi gülmeyi öğrenmiştim.
“Kim bilir hâlâ, belki bir gün… ‘Kadın’ olmakla ‘insan’ olmak arasında bir fark görmediklerine inanırsam bir gün…”