“Bin benekli bitin rahle-i tedrisatından geçen köpek!” diye bağırdı genç kadın. Efendi’yi ve eşyalarını kapı dışarı ederek. Klasisizmin aslanı az önce can verdi. Evet, son savunucusu da rücu eyledi ondan. Neden mi? Salonlardan, balolardan ve parlak elbiselerden başka hayatlar da vardır. Kapının önüne konulmak içeren hayatlar. Nereden mi duydum? Hiiç, his işte. Öyle olmuş olmalı. Başka türlü olsa böyle olmazdı.
Bence insan sıçtığı bokun övgüye layık olduğuna iman etti, bu inancı da doğrudan doğruya içinden çıkarttı. Yoksa vasatlığın kellesine koyulur muydu kırk kese altın? Kişi, zengin olmasa da pahalı mücevherler alamasa da Mozart’ın kırkıncı senfonisini ilk notasından tanımasa da şefkate layık olduğunu anladı. Bütün kırılganlıkları ve acılarıyla. Pijamalı insanlar türedi etrafta; fakirler, sefiller ve köylüler ilgiye layık görüldü. Koca koca ressamlar hummalı gibi köylere koşuştular. Uygulayıcıları bu sevgiyi hoyratça kullanmış olacak ki tanrılar katından düşenler kendilerini şakkadanak çukurunda buldular. Vücut sıvılarından oluşmuş bir gölde yüzdüklerini zannettiler, oysa çırpınıyorlardı. Bu insan yağmuru içinde bir baktı ki Efendi, pek sevdiği Tanrıcığı da ölmüş.
Nasıl mı olmuş? Ah yavrucuğum hiç sorma! Meraklı Tanrı başlamış trenin ne olduğunu araştırmaya. Bacasından girmiş kuşetlerinden çıkmış, kompartımanları ve vidaları incelemiş. Tam ilk vagonu hareket ettiren şeyin ne olduğunu anlayacakken dişlilerin arasında parçalanıp kalmış zavallıcık. Tren tıksırmış ve tükürmüş ahlakı göklere. Tanrının ahlakını! Tanrılık ahlakını! Efendi paniklemiş görünce bu dumanı. Hem çıkmış sudan ama hem de utanmış pembe çıplaklığından. Elma yaprakları toplarken sekizincide, bir ses duyulmuş ormandan: “Boğuşursan domuzla, katlanırsın çamura bulanmaya!”. Keşke biraz düşünebilseymiş bu söz üzerine ama olmamış. Çünkü toprak boğuk bir sesle fısıldamış: “Ben cebimde gelişen her insana ayrı bir renk lütfettim, hakikatleri ve yolları özneldir. Vur kendini sokaklara, çıkar en kıymetli cevherini içinden metruk çöplüğün.’
Efendi’nin kafası karışmış korkup ağaca tırmanmış, anlamadan ağacın koynunda geliştiğini toprağın. Yükseğe çıkınca görmüş diğer insanları, tanrının külüne sarılanları ve özgürlüğü kutsayanları. İnce sakallı bir adam görmüş bizim Efendi, kıvranırken bulmuş onu toprağın üstünde. Sara hastasıymış dediklerine göre, sanrılar içinde kıvranırken sayıklıyormuş: “Ben ikinizden de beriyim. Hem iyi dediklerinizden hem kötü dediklerinizden…”
Gerçi sayıklarken ağza alınmayacak küfürler de ediyormuş ama bu insanların zamane piçi olmadığını düşündüğünden, o küfürleri heybesine almamayı daha münasip görmüş. Ne yapacağını bilememiş, kaçamamış ama güçlü bir poz takınmış. Hemen gözlerini kısarak bir sigara içmiş. Ama gözlerini kısarak sigara içmek ona iyi gelmemiş. Nabzı yükselmiş daha sık nefes alır verir olmuş Efendi. Durduramamış kendini. Sözünü tutarak toprağın başlamış yürümeye. Islak ama kaldırımlı yokuşlara çıkmış yolu. Kalçasını sıkarak yürümüş daha güzel gözükmek için ama sonra bırakmış bu âdeti. Klasisizmin aslanının, artık yanında olmadığını fark etmiş. Kaldırımlar pek neşeli gelmiş gözüne. Aslında bu yol kaldırım mıydı diye düşünecek olmuş ama olmamış işte. Çünkü bazen de olmaz. Ama omuz silkmiş sanki düşünmüş de kabullenmiş gibi.
İkinci kez aldatmış kendini ve yürümesi durmuş. Sahtekârlığı içine dert olmamış da gazete okumaya başlamış. Eh, o günlerde el âlemin ne dediği o kadar da önemsiz değilmiş. Gazetesi, Türklerin Selanik’te kazandığı muhteşem zaferden bahsediyormuş. İki general esir edilmiş pek çok da top ele geçirilmiş. Ama hayır, onlar kaybetmişlerdi bu savaşı.
Ah, neresinden büktü insanoğlu hakikati? Ötesinde miyiz yoksa arkasında mıyız onun büyülü anlamının? Hiç hoşuna gitmedi bu gelişme Efendi’nin, kaşları çatıldı ve midesi bulandı. Keşke omuz silkmeseydim dedi ama açılmıştı artık ciltli koca defter. Nefesini tutmuş Efendi inatlaşarak doğayla. Kafasını yukarı kaldırarak fısıldamış: “Umut kalmadı hüznümde ama öfkeyle müteharrik dürtülerim benimle.”
Herhalde iki kere geçmiştir önünden cemseler kusarak yuttukları mazotu dışarı. Ve getirmeyeceklerine yemin ederek saltanatı. Hayır, hayır eskiyi.
Saat kulesi inleyerek haber vermiş gece yarısının geldiğini. Efendi görmüş olmalı aynada yansımasını, büyüleyici çıplaklığını. Anladığını söyledi çevresindekilere, doğrunun olduğunu içinde. Büsbütün uyandı böylece katmanlı rüyalardan.
Anladı ki kimse ömür sürmemeli yüreklere rahatlık veren uykuda ve eyleyen tıfl-ı melekşanı asude bir sergerde.
İşte mutlu olan bir adamın hikayesiydi bu, yarın da gelin ki mutlaka anlatayım mutluluğun nasıllığını.