Kelime Ressamlığı
Ekim 3, 2022
Ayçin Kantoğlu ile Röportaj
Ekim 3, 2022

Cloud Atlas’ın 11’lik İzinde

“Tüm sınırlar aşılmayı bekleyen bir gelenektir. Herhangi bir geleneğin geride bırakılabilmesi için öncelikle birinin onu aşması gerekir. Anlıyorum ki ayrılık yalnızca bir yanılsama. Hayatım, kendi sınırlarımın çok ötesine uzanıyor.” diyordu Robert Frobisher intihar etmeden önce biricik aşkı Sixsmith’e yazdığı mektubunda. 

 

Şarkı önerisi: Cloud Atlas End Title Spotify / YouTube

 

Arkadaş ortamlarında biraz eğlenmek biraz da entelektüel derinleri kazmak maksadıyla sıkça sorduğum bir soru vardır: “Eğer bir yönetmen olsaydın ve yalnızca bir film çekme hakkın olsaydı, bugüne kadar izlemiş olduğun hangi filmin yönetmenliğini yapmayı dilerdin?” Benim cevabım filmi izlediğim ilk günden beri aynı, Cloud Atlas! 2017 yılında 19 yaşlarındayken (bkz. dervişlik enerjisi) izlediğim bu film zihnimde hiçbir gün tazeliğini yitirmedi. Hemen her sene de bir kez daha izleyerek hayatıma hizmet etmesini seçmişimdir. Çünkü küçüklüğümden beri “Anlamlandıramadığım bir şeyler var.” hissi ve düşüncesi bu filmle tamamlanmış oldu. Hâlâ neyin tamamlandığını ve nasıl tamama erdiğini 24 yaşına gelinceye kadar çözemesem de bana ezoterik öğretilerin kapısını aralayan dönüm noktalarından birinin, bu film olduğunu beyan edebilirim. Sevgili Esra’nın geçtiğimiz ay Zümrüdüanka Dergisi’nde paylaşılan “Akış yazısının hissettirdiklerinin akabinde beni motive etmesi üzerine Bulut Atlası’nın inceleme yazısının vaktinin geldiğini idrak ettim.

 

Bulut Atlası, özünde İngiltere’de David Mitchell tarafından 2004 yılında yazılan bir roman. Yazarımız şu günlerde aslında biraz daha komedyen ve senarist olarak anılıyor. Kitabımız filme uyarlanmadan önce de en çok satanlar listelerine girmiş ancak esas ününü yıllar sonra kazanacağından elbet habersiz… Wachowski kardeşlerin (Matrix serisinin yaratıcıları) inanılmaz derin ve sembolik hikâye anlatıcılığı ile Tom Tykwer’ın (2006 yapımı Perfume filminden hatırlayabiliriz.) hissettirme odaklı yönetmenlik ve senaristlik imzasını taşıyan Cloud Atlas, dram ve bilim kurgu türünde üç yıllık yapım ve bir yıllık çekim süreci ardından 102 milyon dolarlık bütçe ile tüm zamanların en pahalı bağımsız filmlerinden biri olarak 2012 yılında seyirciye sunulmuştur. Büyük bir ekip ve orkestra eşliğinde tasarlanan filmin müzikleri ise o günden bugüne hâlâ en çok dinlenen orijinal film müziği (original motion picture soundtrack) albümleri arasında yer alır.  Filmin oyuncu kadrosunda ise kimler yok ki! Tom Hanks (profesyonelliğini övmeye kelimeler yetmez) ve Halle Berry (kaliteli oyunculukta estetik haz nediri bana gösteren insan) hikâyeler arasında öne çıkan kişiler arasında. Hikâyenin ana kahramanlığını ise Bae Doona (“Sense 8” dizisindeki Koreli karakter) üstleniyor. Filmdeki karakterleri ve ilişkilerini daha iyi gözlemlemek isterseniz Wikipedia sayfasını kesinlikle öneririm.

 

Filmimiz 1800’lerden 2300’lere kadar 6 farklı zaman diliminde gerçekleşiyor. Hikâyenin akışında her bir zaman diliminde olan olaylar, aynı sıra ile ilerletilmekte. Yani 1936 Edinburgh’taki kahramanımızın başından geçen bir olayın benzeri, 2144’te Neo Seul’da başka bir karakterimizin akışı ile uyumlu olarak seyirciye sunuluyor. Zaman dilimlerinde yer alan karakterlerin senaryoları bambaşka olsa da senaryolarının alt metninde yatan içkin tema hep aynı. Seyirci karakterleri ve senaryoları tanımak için başlangıçta zorluk çekse de kurgunun ve görüntü yönetmenliğinin, bana kalırsa, başarılı şekilde gerçekleştirilmesinden dolayı “Ulen bunda bir bit yeniği var, bak bir şeyi anlamamızı çözümlememizi istiyor bunlar!” gibi bir iç ses beliriyor zihninizde.

 

Filmi aklımda ve kalbimde kıymetli yapan diğer bir nokta ise insanı anlatırken insanca olan hemen her duygunun içeriğe yerleştirilmiş olması. Bazen semboller, bazen replikler, bazen bakışmalar, bazen ise eylemler ile o kadar duygu yüklü bir film ki! Acı, keder, huzur, affetme, şaşırma, hüsran, aşk, tutku, haz, heyecan, ihanet, merhamet, sevgi… Hemen her bir his için referans gösterebileceğimiz bir sahne mevcut sinematografisinin içerisinde. Detaylandırmak yerine duyguları gözlemlemeyi, siz seyircilere armağan etmeyi yeğlerim. Zira sanırım filme dair ilk fark ettiğim ve orgazm yaşadığım nokta bu olmuştu. 

 

Filmde oyunculuklara dair en sevdiğim nokta mimik performansları oldu. Alt metninde bu kadar bol mesaj gönderen ve sembol içeren bir filmde mikro vücut ifadelerin yeri yadsınamaz. Özellikle konuşmalar esnasındaki vurgular, oyuncuların hangi hikâyede hangi karakter gereği hangi duyguyu yaşaması gerekiyorsa en iyi şekilde yansıtabilmesi, bana tiyatral açıdan bir filmi 5. kez izleyişimde dahi keyif verdi.

 

Sinemaseverlerin en büyük eleştirisi, 3 ayrı yönetmenin 2 farklı ekip ile çalışmalar yürüterek 6 farklı hikâyenin çekimini 4 farklı ülkede yapmaları hakkında. Birbirinden farklı zamanlarda geçen ve ortak oyuncuları barındıran bu yapımda, sahneler arası görüntü yönetmenliği farkı ve yönetmenlerin oyunculardan beklediği performansların farklılaşması göz önüne çıkıyor. Ve sahneler arası geçişlerde kimi seyirci kopukluklar hissettiğini ön plana çıkarıyor. Bu kopukluklarında filmi anlama hususunda yorucu olduğunu söylüyorlar.

Ancak ben bunu bir eleştiri olarak sunmayı tercih etmiyorum. Bilakis böylesine girift bir konuda birçok farklılığın bir araya gelebilmesini, uyumluluğu uyumsuzlukla açıklayan bir değer olarak seziyor ve algılıyorum. Yani bana kalırsa yanlışlıkla doğru hamleyi yaptıklarına inanıyorum. Ve her dönemin ruhunu yansıtmak üzere böylesine yoğun bir sanat yönetmenliği sergilemiş tüm ekibi canı gönülden tebrik etmek istiyorum. Eğer bu bir Disney+ veyahut Sony yapımı bir film olsaydı, ortak stüdyo ve ekipman kullanımları mümkün olabilirdi. Ancak unutmamak lazım ki bu bağımsız bir film olarak tarihe geçti. Film içerisinde 19 farklı ülkeden oyuncu olduğunu belirten diyalektik direktörünün verdiği röportaja göre 30’a yakın aksanla İngilizce konuşmak hayatının en ilginç zorluklarından biriymiş.

 

Ne yani Furkan, senin bu film hakkında en ufak bir eleştirin yok mu şimdi? Yok kardeşim, yok. Allah Allah! Birazcık emeğe saygı yahu! Adamlar azmetmiş, çabalamış, böylesine bir içerik çıkarmış; şapka çıkarıp eğileceğimize neler konuşturuyorsunuz adama. Cık cık. Diyorum ya bir film çekseydim yönetmen olarak, tıpkı böyle bir senaryoyu böyle çekmek isterdim diye. Filme kutsiyet atıyormuşum gibi bir algı oluştu farkındayım ancak “Neleri değiştirebilirdim?” diye düşünmek bile bende bir ihanet hissi oluşturuyor. Eleştirisi olan buyursun sövsün elbet. Eheh.

 

Filmin en eğlenceli sahnesi de şüphesiz yaşlı bakımevinden kurtulma ve İskoç barındaki kavga anlarıdır. Genel olarak dram ağırlıklı bir akıştan bağımsız olarak bu sahneyi komik şekilde kurgulamak hem seyirciyi dinamik tutuyor (zira toplamda 2 saat 50 dakika bir seyir zevki herkesin harcı değil) hem de yönetmenin günümüze bakan sosyal mesajı, kaygısız şekilde sunabilmesine imkân tanıyor. 

 

Cloud Atlas’ı izlerken insanlık tarihine de eşlik ediyorsunuz aslında. Ezilenler, ezenler, ezilmeye direnenler ve direnişi hatırlatanlar. Önce mektuplar, ardından günceler, sonra kitaplar ve filmler, yüksek teknoloji ile haberleşmeler derken… Ansızın “büyük çöküş” e yakalanan insanlık bir parça ateş ve ip ile kendini yeniden özündeki başlangıçta buluyor. Olan her şeyin, yolculuklarımız esnasında kendimizi ifade etme çabamızın eseri olduğunu fark ediyoruz. Yine ve yeniden anlama ve anlatma çabamız… Bazen sözlü kültür ile bazen ise kendimizden parçalar bırakarak… Bu durum bana çok büyülü geliyor. Bu kadar ortak insanlık temalarının ve kolektif bilinç dışının tarihsel tekerrürüne tam anlamıyla aynalık tutuyor film içerisinde yer alan hikâyeler. Bazen şöhret ve zenginlik uğruna göze aldıklarımız, bazen özgürlük uğruna vazgeçtiklerimiz, bazen kovalayandan kaçış, bazen bir hastalığı yeniş, bazen haksızlık edeni bir terk ediş, bazen ise tüm içimizdeki sabotajcılara rağmen vicdanımızın sesini dinlemek için verdiğimiz savaş: Hepsi bir aksiyon ve hepsi bir benzer amaca hizmet ediyor. 

 

Kimi zaman siyahi bir köle, kimi zaman Avrupa’daki şatosunda yalnız bir hanımefendi, kimi zaman New York’ta hırslı bir gazeteci, kimi zaman Hintli bir yazar, kimi zaman yüksek teknolojilerden faydalanan Koreli bir doktor, kimi zamansa gelecek nesli doğuran bir babaanne. Ya hepimizin hayatta hizmet ettiğimiz amaç ve değer aynıysa? Ya aynı yapbozun farklı birer parçasıysak? Ya birbirimizin girift bir versiyonuysak? Ya kaos olarak gördüğümüz kargaşa, bizim düzenimizi getiren yegâne araçsa? Karakterler birbirinin karması değilmiş de sanki hepsi tek bir ruhmuş gibi algılıyorsunuz hikâyelerin akışında.  Bu düşüncelerin hepsini Everything Everywhere All at Once filmini izleyinceye kadar bana bu kadar derin şekilde sorgulatan yegâne film Cloud Atlas’tır. 

 

Yine diğer bir noktadan ele almamız gerekirse; hikâyelerin içerisine yerleştirilen “ötekileştirilenler” anlatısı da çokça kıymetliydi. Bu tam anlamıyla sinemada bir Wachowski kardeşler aktivizmidir zaten. Zamanın farklı dilimlerinde Almanya’da bir Yahudi olmak, Asyalı bir göçmen olmak, Zenci bir köle olmak, LGBT bir özne olmak… Hemen hepsi kendi topluluklarının karşı cenahları; dışlananları ve kabul görmeyenleri. Ve daima hak arayışı için savaşan ruhlar ve kıymetli savaşlarındaki azılı düşmanlar. Yine ve yeniden düalite. Tam bu noktada filmin sonlarına doğru geçen şu repliği izninizle paylaşıyorum:

Köle taciri adam:  — “Bu dünyada doğal bir düzen var ve onu değiştirmeye çalışanları iyi bir son beklemez. Bu kölelik karşıtı akım sağ kurtulmayacak. Eğer onlara katılırsan, sen ve bütün ailen dışlanacak. En azından, üzerinize tükürülecek ve dayak yiyeceksiniz. En kötüsü ise linç edilecek veya çarmıha gerileceksiniz. Peki, ne uğruna? Ne uğruna? Ne yaparsanız yapın, uçsuz bucaksız bir okyanustaki küçücük bir damla olmaktan öteye gidemeyeceksiniz.”

Seyyah adam:  — “Okyanus dediğiniz nedir, birkaç damladan ibaret değilse?”

 

Benim için bir tane 1, yalnızca tek olan anlamına gelirken; iki tane 1’in yan yana gelmesi iki anlamına değil, 11 anlamına gelir. Eğer 3 tane 1 yan yana gelir ise 3 değil, 111’dir. Yani tıpkı filmde bize alt metinde sezdirilmeye çalışılan durum gibi: Sen tek başına anlamlı olduğun kadar tüm geçmiş ve gelecek sen-lerden meydana gelensin. Sonsuz sınırsız diyarlardaki olasılıklarınla çarpan etkisini oluşturan ve bu hayat senaryosunu tüm benliklerinle yaşayansın. Bugünkü seçimlerin yarınki olasılıklarını mümkün kılacak. Seçimlerinin özgünlüğüne ve farkındalığına dikkat et ki bu sonlu yaşamına veda ederken içinde seni rahatsız eden kıvılcımlardan özgürleşerek dünya simülasyonundaki görevini tamamla. Sirius yıldızından gelmiş olmanın hakkını ver ve mücadelene sahip çık. (Film içerisinde her hikâyedeki ana karakterin vücudunda, Sirius yıldızını temsilen bir doğum lekesi yer alıyor. Ezoterik öğretilere göre Sirius yıldızı bu dünyaya gelen 11 enerjisine sahip ruhları temsil eder. 11 enerjisine sahip ruhlar birer indigodur; dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek üzere kitleleri harekete geçirme potansiyeline sahip görevli düzenleyicilerdir. Akılları ve vicdanları arasında en çok zorluk yaşayan, eğer bu dünya hayatındaki potansiyelini gerçekleştiremezse en büyük içsel ızdırapları çekecek olanlardır.) 

 

Bir indigo olarak Sonmi-451’in filmin sonlarına doğru o epik savaş sahnesinde ifade ettiği üzere: “Hayatlarımız sadece bize ait değil. Beşikten mezara kadar, diğerlerine bağlıyız, geçmişten geleceğe. İşlenen her suç ve yapılan her iyilik geleceğimizi yeniden şekillendirir. Ve kendimizi ancak başkalarının gözlerinden tanıyabiliriz. Ebedi ömrümüzün doğası, sözlerimizin ve eylemlerimizin bir sonucudur. Etkisi devam eder ve zamanın sonuna kadar gider.”

 

Hayatı ve yaşananları anlamlandırma yolculuğundaki sınırların ötesine gösterdiğiniz cüret ile esen kalınız efendim!

 



Paylaşmak Güzeldir:

Furkan Çankırı
Furkan Çankırı
Boğaziçi Üniversitesi'nde Eğitim Bilimci olma sürecinde. Hikâye koleksiyonerliği, psikoloji ve yürüme eylemi ile hemhâl olarak kırılgan gerçekliğinde şaşkınlıkla yol almaktadır. Tutkularından biri Eurovision olan yazarımız, dünya vatandaşlığı hayali gütse de fazlasıyla Çanakkale sevdalısı. Biraz hayatı anlama çabası, biraz beşerî kültür, biraz da ne yaşıyorsa işte. Peki ya anlatmasa? Öylesini hiç sevmedi.