Dönmeyen Semazen 
Eylül 3, 2022
Suret
Eylül 3, 2022

Beşiktaş – Kadıköy Vapuru

Konuk Yazar: Can Portakal


 Can’dan

23 Temmuz 2022

 

İyi geceler, iyi akşamlar, tünaydınlar hatta belki de günaydınlar. Geçtiğimiz vakitlerin, yaşadığımız anıların değerini korumak istermişim gibi yazıyorum. Korumaktan büyük mutluluk duyacağım şeylerin başında, sanıyorum ki Kadıköy-Beşiktaş vapuru vakitleri geliyor. Her yolculuk, vapuru kullanma fırsatının ve imkânının ortaya çıktığı andan başlıyor aslında. Ayaklarım bir an önce rıhtıma gitmek isteyecek; rıhtıma gelene kadar teptiğim onca yol, gördüğüm onca insan, vapur yolculuğuma eşlik eden birer figür olarak yerini alacak; geçilen caddeler, rastlanılan insanlar beni vapur yolculuğuna taşıyan ve bana yolculuğu hatırlatan, onu daha da arzulamamı sağlayan görsel tüketim malzemeleri hâline gelecek. Çok mu faydacı oldu acaba? Bilmiyorum, ama bazı zamanlarda insanın hayatı kendisine biçilmiş bir elbise gibi görmesinde ne gibi bir sakınca olabilir? Varsın yollar ve insanlar, yalnızca beni vapur yolculuğuma götüren birer ögeye dönüşmüş olsunlar, ne olur ki? İnsan insanı hep kendine biçmez mi zaten? Tın tın yürüyorum sıcakta, ışıklardan karşıya geçen yüzlerce insanla. “Buseye yardım edelim, Buse ikinci SMA hastası çocuğum!” “Abla, madem ilk çocuk SMA hastası, sen bilmiyor musun bu hastalık irsîdir, senin çocuk yapman risklidir. Kendi eden bulur abla, kusura bakma!” Yürümeye devam ediyorum. Vapuru gözlerimle gördüğüm ilk vakit; sanki herkes ona bakıyor, onu istiyor gibi hissediyorum. Onu herkesten sakınmak, kendime biçmek istiyorum. Ayaklarımı hissetmiyorum, uçar gibi, yerden yükselmiş, süzülüyorum. Osmanlı eskisi toplar boğaza çevrilmiş, dimdik duruyorlar. Bana eski ve anlaşılmaz gelen zamanların ve insanların soluğunu üflüyorlar. “Demirin ömrü ne kadar?” diye düşünüyorum. Bir gün hayranlıkla baktığım bu vapur da başka başka insanlara benim zamanlarımın soluğunu üfler mi? Üfleyebilir mi? Bu demir yığınına süzüle süzüle gittiğimi hangi soluk anlatabilir? “Öyleyse” diyorum toplara dönüp, “Sizi pek de anlayamıyorum galiba, yalnızca bana tarih kitaplarından tanıdık gelen hikâyeleri çağrıştırıyorsunuz. Yoksa siz, bir insanın içinden geçenleri asla üfleyemezsiniz. Vapura yanaşıyorum, o da rıhtıma yanaşıyor. Birbirimize kavuşmayı bekliyoruz. Sanki iki adım arkamda kokusuyla hepimize büyük sıkıntılar veren yanık kestaneci de bugün bu kavuşmayı bekliyor. Bakıyorum. Bu demir yığınını bekleyen onlarca insana bakıyorum. Acaba onlar da yalnız bu yolculuk uğruna mı geldi onca yolu? “Bu vapur!” diyorum, “Özgürlüğünüzün ve teker teker şahsiyetlerinizin yaşayacağı en naif şeylerden biridir. İnsanın yaşayacağı en mutluluk verici şeylerden biridir. Hele kendinize biçtiğiniz bir sevdiğiniz de varsa vapurda birlikte hayatın iddiasız mutluluğunu yaşayabilirsiniz.” Kimselere duyuramıyorum. “Ya onlar için vapur sadece işlerini nihayete erdirecek bir araçsa?” diye korkuyorum. Boğaza çevrilmiş toplar sanki bana çevriliyor, susuyorum. Onlarca insanın bakiyelerinden ikişer-üçer düşen Türk liralarının elektronik sesleri, kestaneciyi bunaltmış olacak ki arkadaşıyla meşgul olmak ihtiyacını hissediyor. Kestanecinin sıkıntısına iki-üç lira da ben ekliyorum. Sevgili demir yığınına adımımı böylelikle atmış bulunuyorum. Vapura yalnızca bir ulaşım aracı oluşunun haricinde hayattan keyif alınabileceğini insana hayretle hissettiren bir nesne olarak bakılabileceğini anlamış kimselerin tercih ettiği, vapurun kenar şerit kısmındaki dış mekân oturaklarına yerleşiyorum. Hayat güzel olmalı diye düşünüyorum. Aynı anda pek çok şey düşünüyorum ancak zihnimin kuvvetsizliğinden olacak, aralarından birini çekip çıkarabiliyorum. Sağıma soluma insanlar yerleşiyorlar, önümden geçmesi gereken yolcular için dizlerimi kırıp göğsüme bastırmak durumunda kalıyorum. “Dizlerim uyuşmadan ne kadar bu pozisyonda kalabilirim?” diye düşünüyorum. Pek az şey bildiğimi fark ediyorum. Bilmeye ihtiyacım var mı? Onu da bilmiyorum. Yalnız ve sadece hislerime güvenme tembelliğine kendimi bırakmak istiyorum. Karşımda sanki bana uçsuz bucaksızmış gibi gelen yosunlu dalgalar, demirlere çarpıyor. Yosun kokusu yüzümü yalıyor, deniz anaları kendini dalgalara bırakmış, öylece süzülüyorlar. Onlar da kendilerini sezgilerinin rahat ve konforlu alanına bırakmış olacaklar ki asalak gibi öylece süzülüveriyorlar. Yoksa, sezgileri yerine aklına güvenen biri, doğaya uymak gerekliliğine aldırış etmeden, başına buyruk ama metanetle hareket etmez miydi? Vapurun tok ama insana ilahi bir huzur ve yalnızlık hüznü veren kornası, bilinç akışımı bıçak gibi kesiyor. Sahildeki, artık bana küçük ve anlamsız gözüken insan karaltıları sanki bizlere el sallıyorlarmış gibi hissediyorum. Tüm İstanbul bu yolculuğu iple çekmiş olmalı diye düşünüyorum. Vapur, dalgaları olan kuvvetiyle köpürtmeye girişiyor; yosunlar ve deniz anaları, ortalıktan sıvışıveriyorlar. Deniz, altımızda akmaya başlıyor. Vapur insanları; yolculuğun başlangıcını kutlamak ister gibi hareketleniyor, yeni sohbetler başlıyor, yüzler gülüyor. Bir süre sonra, oturduğum yere mühürlenmiş olduğumu ve vücudumu bir bütün olarak ancak Kız Kulesinin bilindik ama görüldüğü vakit bana güven ve istikrar hissiyatlarını veren suretini görünce varıyorum. Yerimden kalkıyorum. Vapurun güvertesinde meğer ne çok insan varmış! Ayaklarımı yeniden hissetmek güzel hissettiriyor; yüzüme vuran deniz havası bana, eski zamanların sahte neşelerini hissettiriyor. “Şunca yıllık Boğaz!” diyorum, “Kim bilir belki de bu rüzgârın yaladığı en sıradan surat benimkisidir.” diye düşünmeden edemiyorum. “Nice komutanlar, yüksek yüksek insanlar yıllar boyu aynı rüzgârı içlerine çektiler; kendilerine çevrilmiş toplara ürktüler ve bana hem sıkıntı hem de dinginlik veren bu büyülü şehre bakıp onu kendilerine biçmenin ıslak rüyalarını düşlediler. O an derhal anlıyorum ki, bir top geçmiş ruhları üfleyemez ama bir şehir ve onun kadim rüzgarları her ruha sirayet edebilir. İçime İstanbul’u doldurmuş, devam ediyorum. Çocuğun biri demirlere yaslanmış, İstanbul’a şaşkın şaşkın bakarken suratında Ahmet Hamdi’yi ya da belki de Orhan Pamuk’u gördüğümü zannediyorum. Annesi kadrajıma giriyor, çocuğunun eline bir kâğıt sıkıştırıveriyor. Kâğıtta ne yazdığını içtenlikle merak ediyorum, dikkati dağılmış zannettiğim çocuk da gözlerini denizden ayırıyor, kâğıdı incelemeye başlıyor. O kâğıdı incelerken ben bu mizanseni izlemekten sıkılıyorum. Gözlerim vapurun geri kalanına çevriliveriyor. Dikkatimin ve odağımın ne kadar kısıtlı olduğuna kanaat getiriyorum. “Öylesin sen evet, hep böyleydin, ama ben de seni böyle seviyorum.” diyecek biri olsa yanımda, şiirsel bir filmin sahnesini andırırdı diyorum kendime. Gözlerim bir çifti yakalıyor. Kadın elinde tuttuğu telefonu sıkıca kavramış; yusyuvarlak kafasını, yanında bulunan ve eşi zannettiğim adamın kaba omzuna yaslamış, saçlarını rüzgâra savuruyordu. Mutlu görünüyor olmalı diye düşündüm. Hatta belki de vapurun en mutlu insanı da olabilirdi, neden olmasın? Gözleri Üsküdar’ın tepelerine dalıp gidiyor, telefonu göz hizasına getiriyor. Deklanşöre öyle iddiasız basıyor ki, vapurun en mutlu insanının haklı gururuna yakışmadığını söylemek istiyorum ona. “Çay var, meyve suyu var, tost var!” Sıcaktan terlemiş bacakların önünden ilerleye ilerleye, vapurun tam zamanlı çalışan abisi ya da amcası ya da belki de dayısı dedikleri Mahmut abi geçiyor. İki turistin önünde duruyor, iki tane ince belliyi bırakıp parasını alıp repliğini tekrarlamaya yeniden girişiyor. Mahmut abinin yerini ne denli büyük bir zevkle alabileceğimi fark ediyorum. Para mı? Bilmiyorum, kazanılıyor herhalde bir şekilde ama şimdi bu vapurda tüm İstanbul beni izlerken parayı düşünmenin ayıp hatta ahlaksızca olduğuna ikna ediyorum kendimi. İnce bellerin içinde, vapurla salınan çay turistlere basit bir keyif veriyor, gülüşürlerken görüyorum onları. Ama hâlâ bir şekilde vapurun en mutlu insanı nişanesini, başını eşine yaslamakta olan kadının elde ettiğini biliyorum. Turistlerin gülüşlerinde ve topyekûn varoluşlarında bir toyluk sezdiğimi sanıyorum. Mutluluklarını hemencecik unutuyorum. Onca insan, alelade bir öğle vakti, niye bir vapura düştük? On altı milyon insanın içinde bir grup sıradan insancık bu vapurda ne yapıyor? Bu insanların hayatları birbiriyle ancak ve ancak tesadüfi ve anlamsız noktalarda kesişebilecek düzeyde birbiriyle ilişkilendirilebilir. Vapurda şimdi keyifle hayatın ince yanlarının tadını çıkardıklarını düşünen bu insanların yollarının bu vapurda alelade kesişmiş olması ve belki de bir daha hiç yan yana gelmemek üzere, şimdi iyice yaklaşmış bulunduğumuz Kadıköy rıhtımında ayrılacak olması insanın yaşamını anlamsız kılmıyor mu? Burada bir hüzün yok mu?

Yine bilmediğimi fark ederek acizliğime şaşıyorum. Fakat şu var ki hüznü ve sevinci, genel manada duyguları hiçbir noktada bilmiyoruz, yalnızca aradığımızda oradalar. Ve şimdi ben burada, bu alelade insanlara incelik duygusu veren bu yolculuğun bitişinde ayrılacak yollarımızı düşünüp hüzünleniyorum. Vapur, suları tekrar köpürtmeye başlıyor. Kadıköy sularında deniz analarına rastlamıyorum. Rıhtımdaki insan karartıları bizleri sevinçle karşılıyorlar. İstanbul’da ise ayrılıp gidecek ve şehirde birer karartıya dönüşecek insanların hüznü var diye düşünüyorum. Hedefe varmış olmanın sevincini yaşayan ve ivedilikle sevdiği kimselere kavuşmak arzusunda olanlar hızla ayaklanıyorlar. Vapurun güvertesinde oluşacak hengameyi düşünüp sıkıldığımı biliyorum. İstanbul’da çok küçük bir bedelle böylesi büyük bir deneyime kavuşabilmenin huzursuz edici bir yanı olduğunu fark ediyorum. Küçük bir “bedel”? Bedel mi? Fiyat, optimizasyon, performans, hız ve hedefe ulaşma arzusuyla yanıp tutuşan biri mi oluverdim? Kullandığın kelimeye bak! Bedelmiş… “Ne bedel var ne hedef ne de sonuç, yalnızca hayatın kendisi var, bunu hissediyorum. Güzel İstanbul’a sanki son kez bakıyorum.” 

 



Paylaşmak Güzeldir: