Seyirci: Bir olayı, bir durumu seyreden, izleyen kimse, izleyici.
Aylar önce bir ara verdim. Hayatımda yer etmiş alışkanlıklara öyle bir ara verdim ya da hayatımdan çıkardım ki sanki yıllardır hiçbir şey yapmıyormuş gibi hissettiğim bir ruh hâline büründüm. Hem de çok fazla şey yapıyorken. Bazı süreçleri sonlandırıp yeni uğraşlara yelken açtım. Hatta şu an içerisinde bulunduğum anda, edindiğim yeni uğraşların bir kısmının da vadesinin dolduğunu ve hayatımda daha fazla yer almadıklarını görüyorum. Öyle hızlı yaşıyor ve dönüşüyoruz ki bu farkındalığın altında şaşkınlıkla devam ediyorum yoluma.
Aylar önce kendime koyduğum bazı hedef ve yapılacak maddelere baktığımdaysa kendim gibi hissettiğimi, bence harika olan anları fotoğrafladığımı ve artık aynı bedende bir yabancıyla yaşamadığımı görüyorum. Bir de orkestra şefi ve obua virtüözünün olduğu holde seyirci olmayı planlamıştım aylar önce, o maddeye de tik atmanın vakti geldi. Bu rolü ve beraberinde getirdiklerini anlatmak için böyle bir zorunluluğum yoktu elbette, sonuçta hayatımızın birçok anında yalnızca seyirci konumunda oluyoruz. Hatta acımasız, adam sendeci bir seyirci. Her neyse, zihnimde somut bir şekilde var olan durumların tasviri hep daha kolay olmuştur.
Bir nisan akşamı. Hava buz gibi, dünyanın da insanlarla problemi olduğu aşikâr. Üzerime bir trençkot almışım ne olur ne olmaz diye. Tam da yerinde olmuş diye düşünüp çıkartıyorum çantamın içerisinden. Yürüyorum ve bir yandan da birçok şeye odaklanmaya çalışıyor, gözlerimin delicesine hareketinin baş döndürücülüğünde kayboluyorum. Her mekândan ve insandan yansıyan bambaşka ışıklarla kamaşıyor gözlerim. Bambaşka kokular, göz bebekleri karıştırıyor kafamı. Upuzun bir sokak var önümde, sokağın sonuna gidip onu karşıma aldığımdaysa gökkuşağı.
Yolda gelirken tartışan bir çift görüyorum, bir de beş yaşlarında ikiz olduklarını tahmin ettiğim çocuklar. Seyirciyim bu esnada, haddim değil olaya dahil olmak. Yedi kişilik bir arkadaş grubuyla denk geliyorum sokağın köşesindeki pizzacıda. Neşelerine diyecek yok, muhabbetlerine dahil olup ben de bir kahkaha patlatamıyorum. Yoldan geçen ve onları tanımayan biriyim ne de olsa. Oyuncağı elinden alınmış çocuklar görüyorum. Giderlerinin gelirinden çok daha fazla olduğunu kara kara düşünen insanlar görüyorum. Zorluklara rağmen küçük işletmelerini kurmak için yarına umutla bakmaya çabalayan girişimciler görüyorum. Dokunsalar ağlayacak gibi dediğim, huzurlu oldukları her hallerinden belli insanlar görüyorum. Anlaşılmadığını düşünen yaşlılar, kendini anlatamadığını sanan gençler görüyorum. Öyle ağır geliyor ki gördüğüm şeylere bakıp geçmek. Mecbur hissediyor ve böyle hisseden onlarca insanın olduğunu biliyorum. Eli mahkûm devam ediyorum. Nefret ediyorum eli mahkûm olmaktan.
İşte geldim. Öyle bir koku var ki içeride… Nasıl tarif etsem? Senelerdir kapağı açılmamış kitaplar, terk edilmiş eşyalı ve büyük şamdanlı evler düşünün. Ya da… Etiketlenip paketlenen bedenleri, fakirleşen özgürlüğü ve enerji savurganlığını… “Bunların da kokusu olur muymuş yahu!” demeyin. Kokuyu soyut durumlarla bağdaştıramamak işten bile değil. Kendime getiriyor beni aldığım bu koku. Ara verdiğimi ama kendime zaman ayırmayıp makineleştiğimi hatırlatıyor acımasızca. Görece geniş kol çantamın içerisinde biletimi arıyorum bir yandan. Sanki dipsiz bir çukurda ufak bir inci tanesi arıyormuş, biletimi bulamadığım için asileşip kızaran yüzümden alev çıkıyormuş gibi hissediyorum. O kadar heyecanlı ve meraklıyım ki… Sonsuza kadar beynimde açık kalacak kuruntular sekmesinin kafamı ağırlaştırması ihtimaline panikliyorum.
Bu müthiş insan kalabalığının içerisinden sıyrılıp tenha bir yere gitme ihtiyacı hissediyorum. Sakin kafayla çantanın içerisini kurcalamanın hayalini kurarak. Üzerime gelen bir gökkuşağı daha!
Merak ediyorsanız söyleyeyim; biletimi buldum, kafam da ağırlaşmadı. Seyircisi olduğum hayatların renkliliği hırpaladı beni. Orkestranın kırk dakikalığına seyircisi de oldum; insanların ışık saçan ve muazzam haz dolu bakışlarını, bunalmış yüz ifadelerini de gördüm. Orkestra şefiyle göz göze de geldim, obua virtüözü ile de tanıştım. Yanımda oturan seyircilerin seyircisi olduğu hayatlara dair de konuştum. Hem yolda gözlemci hem hayatın içerisinden olaylara izleyici oldum, iki saatlik yaşanmışlığımda.
Ve biliyor musunuz, şu sonuca vardım. Hayat bir kartopu bence. Önce ufak bir kar tanesi, ardından çoğalarak büyüyen bir kartopu hatta. Bazen üzerine basılan kar taneleri hayallerimiz, bazen de gökten huzur vererek düşen şükür sebepleri düşüncelerimiz. Hatta bazen bir kartopunda olan her bir kar tanesi kadar fazla rollerimiz. Rollerin çeşitliliği bazen bembeyaz tertemiz kar gibi, bazen de çamurlu botlarımızla bastığımız simsiyah kar tanesi her biri. Kar taneleri gibi özel, birbirinden farklı tercihlerimiz ve rollerimiz. Ama en önemli bence şu ki; rengarenk ve ışıklı yollar, en büyük dileğimiz!