Ayakkabılarım çok ağır. O kadar ağırlar ki çıkardıktan sonra onları taşıyamıyorum. Her seferinde ellerimden düşüp duruyorlar. Yere düştüklerinde camdanmış gibi yankılanmıyorlar da. Utanmazlığın böylesi… Eğilip yerden almaya bile mecalim yok. Sadece bakışmak istiyorum onlarla senin kapının önünde, öylece bakışmak. Kapı eşikleri hep hüzünlü yerler gibi gelirdi ama yerdeki o birbirinden uzağa düşmüş çift daha hüzünlü gibi. Ki ben ne kimsenin gelmesini ne de onları yerden almayı istiyorum, ben buradayım ya diyorum fazlasına gerek yok, başkasına gerek yok. Aslında istediğim sadece kalmak. Sabaha kadar… Ama ayakkabılarımı çıkardım artık, kapı eşiğine veda edip dışarı çıkıyorum. Bir sıcaklık var omuzlarıma çöken. Bir sürü el tutuyor beni omuzlarımdan ama ısıtmıyor, sadece yakıyorlar. Hayal gördüğümden neredeyse eminim. Bu eller annemin, bu eller babamın, kardeşimin, eski sevgililerimin, kaybettiğim dostluklarımın, sahip olamadıklarımın ve hayat boyu beraber olmak istediklerimin. Silkinip atmaya bile halim yok, her biri ağırlığınca benimle geliyor, omuzlarım çökmesin diye kendimi sıkıyorum hınçla. Sıcaklığa dayanırım ama saçlarıma dokunma yeter diyorum onlara. Bilerek kestim onları bugün ve hayal kırıklarımı taktım, dokunma. Ellerini keserim.
Hoş, ne de güzel kayboldum bugün. Tabelalara bakıp sağanakta sadece bir yere varmaya çalışırken, çıplak ayaklarımla kayıp düşmemek için çabalarken bir çiçeği kitap arasında kurutmam aklımda. Korkuyla karışık sevinmelerim ve sokak boyunca yürümeye devam edişim. Ve tüm o kafeler boyunca oturan insanlar… Konuşmalar ama içi boş, bakışmalar ama birbirine bile değemeyen, sadece karşıdakinin içinden geçip giden. Kim bilir hangi takımyıldızına varıp aradığını bulamayıp gerisin geri dönen. Ben de onlara özendim ve bir kafeye girdim. Kendimle oturup sohbet ettim, her şeyi döktüm masaya. Dökecek ben kalmayana kadar en kuytu köşelerime ışık tuttum. Kendimi okudum, okudum, okudum.
Sonra durdum ve etrafıma bakındım. İnsanlar gördüm; koşan, geç kalan ve yetişen insanlar. Nereye gittiğini bilen ama daha yolda nereden geldiğini unutan insanlar. Sonra masamda bir şiir kitabı ve bomboş not defterim, ne diyordu şair? “Kelime marangozlarının yazdıkları ile kendileri arasındaki tezatlık gibi ters düşer miyiz biz de kendimize?” Olması gereken ne, rasyonalize etmeli mi? Tüm bu sarı ışıklar ve kırmızı koltuklar ne?
Nihayet hepinizden silkiniyorum. Ama hâlâ bir sıcaklık var omuzlarıma çöken. Bir çift el tutuyor ama yakmıyor bu sefer, sadece mırlamama sebep olacak kadar mayıştırıyor. Uzun cam koridorlarda kaybolduğumdaki gerginlikle karışık keyifli sıcaklık gibi. Nereye gitmem gerektiğini bilmediğinde utanıp kızaran yanaklarımdan utanıp daha da kızarmak gibi, naif ve çocukça. Saf.
Ama hâlâ zaman zaman üşüyor içim. Belki de hava değildir zaten soğuk olan. Belki de dediğin gibi insanlar bile değildir. Soğuk olan yaşamadıklarımız olamaz mı? İçimizde kalanlar ve ölü doğanlar. Belki de sürekli üşümem ve ayaklarımın uyuşması bu yüzden. Kaç bin ölü çocuğum var kursağımda kalan? Kaç bin gözyaşı var onlarla emzirmeye çalıştığım ve hep burnumdan içime akan. Artık hiçbir kokuyu alamayacak kadar doldu içim, ondan mı yağmuru bile duyamıyorum da sadece ıslanıyorum? Kar yağar gibi havada kalan bu damlalar ne? Sanırım iyice deliriyorum. Ya da bakışım güzel; belki de ben bakarken yer çekimi bana bir jest yapıyordur kim bilir?
Etraf kırmızı, yeşil ve sarı. İnsanlar yolda yürüyor. Sarıları gözümü alıyor. Aynı bir masa lambası gibi. Yeşil mi siyah mı olsun, sen söyle. Sonra aç. Ve kapat. Aç, kapat, aç, kapat. Aynı üzerimizden geçen anlamsız günler gibi. Aç hadi. Ama lütfen kapatma. Görememek siyah deniz misali. İnsanlar karanlıktan korkmaz, karanlıkta hayal ettiklerinden korkar. Omuzlarımdaki ellerimi uzattım ve çalıyorum. Kapıyı aç, ayakkabılarımı almaya geliyorum.