“Belki de unutursun sen
Ama bil ki
Gelecek günlerde
Birtakım insanlar
Anacaklar bizi”
Afife Jale’den Füruğ’a, Hande Kader’den Sappho’ya uzanan güçlü ve yorgun bazı kadınların görünür görünmez hikâyelerinin bir kısmına seyirci oldum bugün. Bir yüzük her kadının hayat hikâyesinde tamamlayıcı-hikâyeler arası bağlayıcı nesne olarak seçilmişti. Seçilen bu nesne ile “Bizi birbirimize bağlayan bir şeyler var.” dermişçesine. Oyunun adı: Gyges’in Yüzüğü.
*Lidya kralı Canduales’in hizmetinde bir çoban olan Gyges, bir gün sürüsünü gezdirirken yerkürenin şiddetli sallanması sonucu oluşan bir çukura düşmüş. Bu çukurda parmağında parlak bir yüzük bulunan büyük bir varlığın cesediyle karşılaşmış. Gidip almış yüzüğü ve takmış parmağına. Kralın karşısına çıktıkları bir mecliste parmağındaki yüzüğü çevirirken pırlanta ters dönünce Gyges’in görünmez olabildiği fark edilmiş. Yüzüğün bu gücünü kötü emelleri için kullanan Gyges sonunda kralı da öldürmüş ve Lidya’nın yeni kralı olmuş.
Hava aydınlıkken girilen salonlardan çıkıldığında havanın kararmış olması ve beraberinde yağmurun çiselemeye başlaması, tarif edemediğim hislenmelerin çağırıcısı oluyor genellikle bende. Anı çukurlarımdan birini yaz yağmuru gelip geçiciliğinde dolduran bir tanıdıkla denk geldim, bahsettiğim oyunun çıkışında. Uzun zaman sonraki bu denk gelişimizi de ‘seyircilik’ tutkumuzla ilintilendirdim kendimce. Bugün teori/kuram dediğimiz sözcüğün ‘seyretme’ fiilinden geldiğini birkaç sene önce Aruoba’dan okumuştum:
*Eski Yunan Olimpiyatlarına her polisten birer theoretikos (seyirci) seçilip gönderilirmiş ve tribündeki özel koltuklarından (Ephesus’un theoretikos’u, Miletos’un theoretikos’u gibi) seyrederlermiş yarışmaları, buymuş tek görevleri. Theorein fiilinden gelen theoretikos sözcüğünün anlamı tarihte bu şekilde yer etmiş.
Serinlik, üzerine bir şey almanın gereği değil ürpermeyi hissetmenin adı olsun bugün. Yağmurun sesi bir âşığın sesinden bile daha tercih edilir durumdayken ve İstiklal’de bir kaldırım taşında oturmuşken ben; koşuşturan ayakları izliyorum, caddeyi hissediyorum. Yağmurun, kapı telini açlıktan tırmalayan bir kediden daha hızlı yağdığı, ıslanmak istemeyen korkakları inatla hedeflediği anlardayım: az önce bahsettiğim oyunda izlediğim bir kesitteki iki kadının aşkının mizahi dille anlatılışını düşünüyorum, acele etmeden. Düşüncelerimin theoretikos’u oluyorum:
Mizahta da aşkta da anlatılanlar, var olan durumun ötesinde ve yetersizliğindedir. Tercih ettiğiniz dil belli sınırlar dâhilinde anlam bulur. O sınırın içinde acı ve hüzün varsa mizah da aşk da anlaşılır oluverir. Nitekim mizahın da aşkın da ortak noktasıdır hüzün. Mizahta da aşkta da sondadır, sonuçtadır hüzün. O nedenle çok uzun süren bir gülmenin, coşkunun, tutkunun ardından hüzünde asılı kalır gözleriniz. O asılı kalma halinden dönüşünüzü sağlayan, mizahi bir ifade ya da aşkın her türlü hâliyle dolu cümlelerdir.
Mizahın dili aşkın diline benzer. Anlık bir kaostan doğan mizah ile anlık bir bakıştan doğan aşk, ânı yakalamaya çalışan insangillerin tercih ettiği dillerdendir. O an’daki hâletiruhiyelerini anlatacaklarını zannederler. Oysa kelimeler ne aşktan düşülen halleri aşkla anlatmaya ne de türümüzün düştüğü hâlleri mizahla anlatmaya yeter.
Mizah, çığlık atanların dilidir. Alçaklığa, vurdumduymazlığa, haksızlığa karşı atılan çığlıktır. Kahkaha atamazsınız ki mizahın öyle yüzüne yüzüne. Eksik kalır. Aşk da çığlıktır. İçinizden kopan ama adresinde çoğu zaman bulunamayan muhatap duygulara karşı atılan çığlık. Belki de o yüzden sivridir dili ikisinin de.
Aşk, “herkes gibi sevemeyenler” in dilidir. Mizah da herkes gibi gülmek istemeyenlerin tercih ettiği dildir. “Herkes” kim midir?
Dünyanızda karşılığı olmayanlar.
Kaynakça
Aruoba, O. (2016). benlik (5. bs.). İstanbul:Metis Yayınları.