İçselbakış
Haziran 3, 2022
İnsanların İşleri
Temmuz 3, 2022

Tuhaf mı Geldi? Benim Dünyama Hoş Geldiniz!

Dur. Lütfen biraz dur. Kendini gözden kaçırıyorsun ve bu son şansın. Detaylarda şeytanlar değil gizli olan, her birinde senin parçaların asılı. Yakından bak, eprimiş yaşlarına ve kendinden bir dev yaratan gerçek olmayan gerçekliğine. Kafandaki ben ile asıl kendini tanıştırmanın vakti geldi de geçiyor. Artık sen ve kendinin ateşkes için masaya oturması şart. Daha birçok hayal kurulacak; yaşı, cinsiyeti, dini olmayan hayaller ve o hayaller oyunlar oynayacak. Tabii eğer uzlaşabilirseniz… Onların iyiliği için bu müzakere zorunlu. Kaçmanın bile kaçamayacağı bir uçurumun kıyısına geldik, dur ve eğil. Şimdi bir ipin üstünde yürüyerek “kafandaki ben” ve “asıl kendin” kıtalarını birbirine bağlayacağız. Ama önce uçurumu yaratan yalanları ve hadsizlikleri konuşalım. Bunun için ise en beklendik kurban olarak kendimi seçiyorum. Sonuçta medeniyet insanların öldürülen bedenleri üstüne kurulmuştur, ister oksijenin zehirlemesi isterse de vahşetimizin sonucu olsun. Ben de bir istisna değilim.

 

Yalanlar & Hadsizlikler

Ellerim, ellerin, ellerimiz eskimiş kitap sayfaları gibi samanımsı kokar sanırdım; yağmur maviydi, deniz de kum sarısı ve ağaçlar gövdelerinden yapraklarına yeşil… Kuşlar sadece kendi aralarında dedikodu yapar ve martılarla sadece kediler konuşurdu. Camlar mükemmel donmuş su gibiydi ve suyu kırarsanız elinizi keserdi. Ayrıca donan su, nefessiz kalmamak için buzun içinde kendine baloncuklar bırakırdı ve deniz kabuklarını yengeçler yapardı. İçindeki her bir taneciğe de nar dediğimiz için aslında bütün bir nar yüzlerce adaştan oluşan bir aileydi. Dört yapraklı yoncalar ise bizim hayranlığımızdan utandıkları için bizden saklanırdı. Beyaz, kırmızı ve roze şarap üzümlerinin renginden dolayı o renkte olurdu; kırmızı üzümden beyaz şarap yapamazdınız. Telefonlar zaman makineleriydi çünkü farklı yerel zamanda olan kişilerle gelecekten ya da geçmişten uzanarak konuşabilirdik. Çok sevdiğimiz kişilere “Yerim seni!” derdik çünkü sevmenin son noktası tam anlamıyla yiyerek içine almaktı[i], o zaman gündelik yemekleri çevremizdekilerden daha çok mu seviyorduk aslında?

 

Nazar boncukları göz şeklindeydi ama neden kahverengi değil de mavilerdi, dünyada en yaygın renk kahverengi olmasına rağmen? Dikkat çekmek içinse kırmızı olmaları gerekmez miydi? Tüm inanışlar kırmızı elma ile başlardı ama tüm yeşil ve sarı elmalar neredeydi o zaman, dışlandıklarını hissedip üzülmemişler miydi? Sanırdım ki gökten düşen 3 elma derken kırmızı, sarı ve yeşil demeye çalışıyorduk. Kutsallarımız nereden geliyordu, kutsallardan çok kutsallık mıydı tutunmaya çalıştığımız? Altın oran neden altındı da gümüş değildi ya da su veyahut beyaz oranı? Sevmenin oranı da var mıydı, peki özlemenin? Özlemek uzaktakine dairdi elbette, o yüzden ufka bakardım özlemle dolunca. Ama yakınımdakini de özleyemez miydim, hatta belki de en çok onu? O zaman nereye bakmak gerekirdi, kavuşturduğum ellerime mi, kendimden içeri mi? İnsan kendi içine bakabilir miydi, o zaman içine bakan içi de dışarıda olmaz mıydı? Bu dünyada bazı ontolojik sorunlar var. Tuhaf mı geldi? Benim dünyama hoş geldiniz!

 

Diğerlerine bakınca da söyleyebilirdik ki insanlar anlamlarla çoğalmayı severdi, anlamları dağıtmayı ve kolektifte bir olmayı. Eğer ben olmasam kimse bu yazıyı bu şekilde yazamaz ve benim yaşadığım/yaşamadığım hiçbir şey bu örüntü ile gerçekleşmezdi. Fark yaratıyor(d)um -değil mi?. Aynı şekilde isimlendirilmese de hepimizin bir amacı vardı, bizim dışımızda ve bizim bütünleştiğimiz. Bencillik bile bütünlük için gerekliydi ve ben pragmatist bir bencil değildim(!). İdealize ettiğim, inandığımı söylediğim şeyleri çıkardığımda hâlâ bir “ben” kalırdı kafamda olan, daha ilkel ve daha çıplak ama yine de bir “ben”. Sonuçta sürekli epik arka plan müzikleriyle yokuş yukarı çıkılan kahraman sahnelerine benzemezdi, benzeyemezdi hayat. Gerçek hayatta hapşırırdık ve ayağımızdaki küçük parmağımızı bir yere çarpınca iki büklüm olurduk. Ama hâlâ var olurduk. “Kafamdaki ben” pelerinli olsa da “asıl kendim” acıkırdı. Bu açıdan bakınca asıl gerçekliğim insani, kendimde inşa ettiklerimse göğe yükseliyor.

 

Bir açıdan bireysel gerçekliğim rüyaların karakterine oldukça yakın. Rüyamda görüp durduğum bedenler, kimi zaman bir perde çekerek duvarlar inşa ediyor kimi zaman da bir karahindiba vererek barış ilan ediyorlar. Birlikte ağzımızı açıp en çok kim kar yutacak yarışı yapmak da ellerimizdeki arplarla deprem yarattığımız rüyalar da kendi içinde doğru ve gerçek. Absürdizmin son noktasına gittiğim rüyalarda bile ortak bir yan bulmam mümkün: Hepsi kendi içinde kurgulanan gerçeklikle tutarlılar. O an asla tuhaf gelmiyorlar, aynı hayat gibi. Buradan da tutarlılıkla gerçeklik arasındaki düğümü atabilirim: Her şey her yerde ve aynı zamanda tutarlı oldukları sürece zihnimin içinde var olabilir. Bu şekilde gerçeklik dağılmaz ve öznel fizik kurallarıyla zaman çizgisinde kendine bir yer bulabilir, sistem dengede ve tutarlı olduğu sürece var olmaya devam eder.

 

İşte kafamın içindeki ben ile asıl kendimin sınırına yaklaştık. Burada gerçek ve gerçek olmayan birbirine karışıyor. Tabii eğer gerçek diye bir şey varsa (olmasını iliklerime kadar istediğimi yadsıyamam)…

 

Hayata devam edebilmek için yarattığım öz benlik algımda her ne kadar epik müziklerle ve yüce amaçlarla ilerlediğimi düşünsem de ideallerim kendi gerçekliğime enjekte ettiğim ve tutarlı oldukları sürece benimle kalan eklentilerden fazlası değil. Bir insan olarak yaşarken ben de çok ilkel ve içgüdüsel hareket ediyor, çoğunlukla dürtülerime giydirdiğim maskelerle kendimi temize çıkarıyorum. Başkasına zarar vermediğim, başkasının tutarlı gerçeklik evrenini çökertmediğim sürece psikolojik olarak dengede kalıyorum: Ben, benim gerçekliğimde istediğime “inanmakta” özgürüm. İşte bu nokta, benim bireysel özgürlük alanımın başlangıcı. Hadsizlikler de ne yazık ki burada başlıyor. Kendi gerçekliğimde ben istediğime inanmakta özgürken kimse ama kimse bana kendi gerçekliğini dayatamaz. Bu durum hakikatin önemsizleşmesinden farklı. Bir dayatma ve değersizleştirme gütmeksizin farklı gerçeklikleri kabul edebilmek anlatmaya çalıştığım. Nasıl ki kimsenin rüyalarının tuhaflığını yargılamıyorum ve rüyaları üzerinden o kişiyi yargılamıyorum, bireysel gerçekliklerim konusunda da bana sınır ihlali yapılmadığı sürece bir yargı merci olarak kendimi atamam saygısızlığın daniskası!

 

Sen kimsin de bana “romantize ettiğim” ideallerim üzerinden yargı dağıtabilirsin? Sen kim olarak benim gerçekliğimin yer çekimi ivmesini bile daha bilmeye tenezzül etmemişken ayaklarımın yerin 5 santim üstünde ya da 5 santim altında oluşunu yargılayabilirsin? Keşke hepimiz cüret etmekle saygısızlık arasındaki ince çizgiye dair sınırları gerçekten görebilsek ve çiğnemesek. Birbirimize ve bireysel gerçekliklerimize saygılı davranabilsek. Kafamızdaki ben ve aslındaki kendimizle uzlaşma masasına oturup bu oyunun farkında olarak oyunlar oynayabilsek. Çünkü aslında “There’s no spoon.[ii]” Hey sen, evet sen. Daha kafamdaki ben ve asıl kendim içimde bu anlaşmayı sağlayamamışken lütfen dışarıda dur. Durum yeterince karmakarışık zaten.

 

Dünyayı anlayış ve nezaket kurtaracak. En azından benim dünyamda. Eğer gerçekliğimi dengesizleştirmezsen bu anlayış seni de kapsayacak, illa burnunu sokacaksan sadece bastığın yerin hâlâ ip olduğuna dikkat et. Benim gerçekliğimde güvenlik ağları yoktur, uçuruma düşmeni istemeyiz. Tuhaf mı geldi? Benim dünyama hoş geldiniz!

 


[i] Süskind, Patrick. Perfume: the Story of a Murderer. New York: A.A. Knopf, 1986.

[ii] APA. Wachowski, L., & Wachowski, L. (1999). The Matrix. Warner Bros.



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.