Haftalardır rüyamda birini görüyorum. Mekân, zaman, kişiler, isimler, roller neredeyse her şey değişiyor ama bir o sabit; onu değiştir(e)miyor zihnim. Başlarda bundan rahatsız oluyordum, “Ne var yani, ne olmuş da bu kadar abartıyorum?” diyordum, zamanla bu mutsuz gerginliğin geçeceğine inanıyordum. Sonradan kendime kızmamın da ona kızmamın da çok anlamlı olmadığını fark ettim ki hiçbir şey de değişmiyordu zaten. Rüyalar gittikçe daha acınası renklere bürünmeye devam etti. Bir labirente sıkışmış gibiydim, kaçtıkça labirent daralıyor ve daha da kayboluyordum. Bu rüyalar uyandığım andan uyuyana kadar kafamda dönüp durur ve ne zaman gözüm dalsa hemen canlanırlardı, bir nevi oraya kaçmak isteyen bir yanım bile vardı belki, kendime korku masalı gibi anlatıp dururdum içimden. “Mitler yaşanarak değil tekrar tekrar anlatılarak mit haline gelir.” der David Maraniss, kendi mitlerimi mi oluşturuyordum? İlk günden bu yana azalsalar da devam ediyorlar ama ben kendime gün boyu o rüyaları tekrar tekrar anlatmıyorum artık. Bir açıdan bu rahatsızlığa alışmaya çalışıyorum.
Bir kitapta önce hissedip sonra duygularımızı nedenselleştirdiğimizden bahsediliyordu. Bu açıdan hissettiğimiz rahatsızlıkları da önce duyumsayıp sonra bir nedene bağladığımızı söylemek yanlış olmaz. Ancak düşündükçe fark ettiğim üzere mutluluğu ve huzuru nedenselleştirme eğilimimiz negatiflerini açıklama eğilimimizden çok daha az. Mutlu veya huzurlu olan biri çok daha az “Şu şu sebepten mutluyum/huzurluyum.” diye kendine durumu açıklar, üzgün veya rahatsız olan biri ise “Şu şu sebeple rahatsız oluyorum/mutsuzum.” diye kendini teselli etmeye yatkındır. Neden? Bu durum sosyal medyanın yaygınlaşması ile gelen ve mutluluk fetişizmine dönen bir meta-kurgunun sonucu gibi geliyor bana, ancak mutlu olduğun kadar var olma izninin olduğu distopik bir olumlama. Yine bana kalırsa bu mutsuzluğu açıklamak adına acınası gayretimiz tamamen rahatsız olmaktan içten içe utandığımızdan, çevremizdeki herkes mutluyken(!) kendi iç sıkıntımızdan mahcup olduğumuzdan. Söz konusu ne olursa olsun sorunun bizde değil, koşullarda olduğunu kendimize kanıtlayabilmek ve böylece öz benlik algımızı sağlam tutabilmek için. Bu rahatsızlık utancını da ortadan kaldırmak ve rasyonalize etmek adına neden-sonuç ilişkileri kuruyor ve böylece içimizi biraz da olsa rahatlatabiliyoruz. Bu, bizim “Sorun yok, aslında mutlu olacaktın ama bak şu şu sebeplerden dolayı şu an mutlu olamıyorsun; bunlar geçince rahata ereceksin.” deme şeklimiz. Bir bağımlının yoksunluk çekerken kendini kaybedercesine aranması gibi bizler de mutluluğun ya da mutluluk ihtimallerimizin peşinden koşuyoruz. Hepimizin ortak bağımlılığı: Mutluluk zorlanımı (dopamin zehirlenmesi).
Modern dünyadaki ortalama hayat, konformizmi de mutluluğa giden yegâne yol olarak sunar. Rahat bir işimiz ve mutlu kişisel ilişkilerimizin olduğu, çok aşırı olmadıkça istediklerimizi yapabildiğimiz genel olarak mutlu bir hayat için çabalıyoruz. Kısacası uyum sağladığımız kadar mutluluk garanti edebiliyoruz. Rahatsızlığı olabildiğince dışarı atmaya çalışan bu imgelemin bizi bugüne getiren tarihî geçmişimizle ne kadar tezat olduğunu durup görmeye bile vaktimiz yok. Konforumuzu sağlayan teknolojiden buluşlara, keşiflerden teorilere kadar medeniyetimizi ileri götüren tüm atılımların aslında bir rahatsızlıktan doğduğunu atlıyoruz. Bilsek bile bugün o çığırı açacak rahatsız olan kişi olmaktan kaçınma modasına kapılmış gidiyoruz. Sormuyoruz, sorgulamıyoruz, üzerine durup düşünecek vaktimiz de yok zaten. Demlenmeden çayı içip kalkıyoruz ve yine koşarak ayrılacağımız bir sonraki varış noktamıza gidiyoruz. Sorgulasak bile mantıken temellendirmeden çok, mızmızlanmaya yakınsıyoruz. Tüm bu hız ve bu yozlaşma… Hakikatin önemsizleşmesinden iliklerime kadar nefret ediyorum. Günümüzde kafamızı eğip kendimizi dinlemek istesek içi boş helezon bir deniz kabuğundan gelen bir uğultu duyarmışız gibi sadece, ne bir sınırı ne de bir anlamı olan. Bize dair hiçbir şey barındırmayan ve alabildiğine uzanan bir boşluk; rüzgarda sürüklenen, sürekli hareket halinde olup dünyayı gezen ama asla köklenemeyen bir yaprak. Bunları düşündükçe aklıma hep Alice’ten bir diyalog geliyor:
“Lütfen bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misiniz?”
“Bu nereye gitmek istediğine göre değişir,” dedi Kedi. “Aslında nereye gittiğim pek umurumda değil…” dedi Alice. “O zaman hangi yolu izlersen izle, fark etmez,” dedi Kedi. “…bir yere varayım yeter,” diye tamamladı Alice sözünü.
Sanki koro hâlinde “Aslında nereye gittiğim pek umrumda değil, mutlu olayım yeter.” diyen bir güruhuz. Rahatsız olmaktan o kadar çekinir olduk ki beğenilerimizle sosyal medya algoritmalarımızı bile bu şekilde düzenlemelerini sağladık, ancak bu sayede o ekranlara kilitlenebildiğimizi keşfettiler çünkü. Kendi düşüncemizin konforundan kopmamak için elimizden geleni yapıyoruz ve belki de ötekileştirmenin en tehlikeli olduğu dönemdeyiz, ötekileştirdiklerimizi görmüyoruz bile! Bireysel otokrasilerimizde sonsuza kadar mutlu(!) yaşayacağımıza inanıyoruz.
Tüm bu nedenselleştirme ve rahatsızlığı rasyonalize ederek soykırma hâli mantık da gereksinmiyor, en kötüsü de bu. Kötü geçen bir günü ayın şu döngüsüne, biten bir ilişkiyi bilmem ne retrosuna, bir tesadüfü enerjiye, kötü giden ekonomiyi komplo teorilerine bağlıyoruz ve hoop sorumluluk yine bizden gidiyor, derinleşme ve anlama da gidiyor, anlam içermeyen bir neden kalıyor asla bir amaca bağlanamayan. Rahatsızlığımızdan o kadar rahatsızız ki sorumluluğundan bile kaçıyoruz, sorumluluğu üstümüzden atıp koşarak uzaklaşıyoruz. İçsel rahatsızlıktan kaçışları somutlayan örnekleri yakaladıkça mantık ve felsefenin işkenceye uğradığını hissediyorum. Merakın, amacı kendinden olan merakın kirlendiğini ve sürgün edildiğini… “Bilmiyorum.” demenin kutsallığını mabedinde kana buluyoruz, onun yerine geçebilecek mantıklı mantıksız her nedeni yeğliyoruz, ne de olsa kimin umurunda gerçek?
Oysaki içsel rahatsızlık, hakikat demektir. Kendi konforlu ön yargılarımızın ötesinde bizi dürten, rahatsız eden bir gerçek var ki sürekli kendi sesimizi duyan kulaklarımız çınlamış ve bir doğrulup “Bu da ne ola ki?” demişiz. İşte insan olmak tam da burada başlıyor bence, rahatsızlıktan kaçmayı bırakınca ve dönüp bakınca, içimizi rahatsız eden o sıkışmışlığı anlamak için görmeye başladığımızda. Ki hakikat acı demek de değildir, farkındalık acı getirir. Neyse… Dedim ya bir rüya görüyorum sürekli ve bundan gerçekten çok rahatsızım diye, işte ben o rahatsızlığımı nedenselleştirmenin ötesine geçmeye çalışıyorum. Baştaki tepkilerimin aksine bugün gerekçelendirmeden sadece var etmeye çalışıyorum. Çünkü gerçek bu. O rüya beni mutlu etmese de gerçekliğinden bir şey kaybetmiyor, mutluluk benim ondan haksızca talep ettiğim bir haraç. Bence felsefenin de, antik bilimlerin de bize öğretmeye çalıştığı yegâne şeydi bu: Rahatsızlığa alışmak. Yaşamanın yanında rahatsızlığa da alışmaya çalışıyorum, ki belki de ikisi ayrı şeyler bile değildir.
“Belki dünya havada süzülüyordur,
Bilmiyorum.
Belki yıldızlar birtakım dev makaslarla kesilen
küçük el işi kağıtlarıdır.
Belki ay donmuş bir gözyaşıdır,
Bilmiyorum.
Belki Tanrı sadece sağırlar tarafından duyulan
kalın bir sestir,
Bilmiyorum.
Belki ben hiçkimseyim.
Doğru, bir bedenim var
ve ondan kaçamıyorum.
Kafamdan dışarı uçmak isterdim,
ama bu imkansız.
Burada, bu insan formu içinde mahsur kalmam
kader kitabında yazılı.
Hâl böyleyken
Derdime dikkat çekmek istiyorum.
İçimde bir hayvan var,
kalbime sımsıkı yapışan,
kocaman bir yengeç.
Bostonlı doktorlar
Pes ettiler.
Neşterler, iğneler, zehirli gazlar ve benzeri şeyler denediler.
Yengeç hâlâ orada.
Büyük bir yük bu.
Unutmaya çalışıyorum, kendi işime bakmaya,
brokoli pişirmeye, açıp kapatmaya kitapları,
dişlerimi fırçalamaya ve ayakkabılarımı bağlamaya.
Dua etmeyi de denedim
ama ben dua ettikçe daha sıkı tutunuyor yengeç
ve acı büyüyor.
Bir keresinde bir rüya görmüştüm,
bir rüyaydı belki de
yengeç, benim Tanrıya dair cehaletimdi.
Ama ben kimim ki rüyalara inanıyorum?”
Anne Sexton