Konuk Yazar: Enes Sivri
Birine âşık oldu, herkes bu anı bekliyordu. Yıldızlar yerlerine geçtiler, çok kalabalık oldukları için biraz sıkışmaları gerekti, ama hâlinden memnun olmayan yoktu. Ay, kendisine ayrılan yere geçti, çok uzun zamandır bu anı bekliyordu; o yüzden herkese sürekli sessiz olun duyamıyorum, uslu durun gibi şeyler söylüyor, gözlerini dünya sahnesinden alamıyordu. Güneş, bulutlar, yıldızlar, Ay ve tüm evren yerlerine geçmişti, aşk onun yüreğinin baharında yeniden filizlenmişti kiraz ağacının pembe çiçekleriyle beraber. Gökyüzü sahnesinde ziyadesiyle ilgi gören başkahramanımızı diğer tüm insanlardan ayıran şey kalbinde ufacık dahi süveyda olmamasıydı. Süveyda bir hastalıktı, süveyda para üstünü yanlış veren bir bakkal çırağıydı, süveyda küresel ısınmayı üfleyerek önlemeye çalışmaktı. Gözünü henüz açmamış yavru kediler ve başkahramanımız bu konuda ortaktı, süveyda ve onlar yağmurda birbirine değmeyen su damlalarıydı. Kahramanımızın bir diğer özelliği ise kahramanın hiçbir zaman hislerini kelimelere dökememesi ve bu yüzden çeşitli yollara başvurmasıdır. Sevgileri söylemek hiçbir zaman kolay olmamıştır zaten. Ona, onu sevdiğini söylemenin bir yolunu buldu. O bir balıktı, denize susayan ama kurur belki diye bir damla içemeyen, gözyaşlarını bardağına koyup susuzluğunu gideren. En sevdiği kitaplardan birini aldı ve ona derin derin baktı, yani aşk mektubuna derin derin baktı. Mektup dediysek içinde bir şey yazacağı yoktu, sadece kitabı ona vermeliydi, çünkü sevgi de aşk da aynı şeyleri hisseden insanların beraber ıslandıkları bir yağmurdu. Okurken o da aynı şeyleri hisseder ve yağmur yağar, ikisi de ıslanır ama ikisi de üşümez, yağmur yağarsa sırılsıklam ıslanırsanız ve üşümezseniz var olmuş ve olacak her şeye teşekkür etmelisinizdir. Kitabı vermek için en uygun zamanı seçti, her şey olması gerektiği gibi ve işte yanına gidiyor. Yıldızlar birbirlerine sımsıkı sarılmış hayretle olacakları bekliyorlardı, tüm seyirciler; yıldızlar, Güneş, bulutlar, Ay herkes büyük bir sessizlik içindeydi. Duyulan yalnızca bir ses vardı, oyunun en görkemli orkestrası, yani kalp, kalbi öylesine sert öylesine hızlı çarpıyordu. “Merhaba, size bir şey vermek istiyorum, bu kitap çok güzeldir.” Kendisinin bir seyyar satıcıya benzediğini düşündü, aslında farkı yoktu, yüreğini pazarlıyordu, başlamıştı, buradan geri dönüş yoktu artık. “Bu kitabı almanızı ve okumanızı istiyorum, eminim çok beğeneceksiniz.” Oyunun başkahramanının başkahramanı ne diyeceğini bilemedi, haklıydı, beklenmedik bir durumdu ne de olsa. Gözleri inci gibi parlıyordu, yüzü tertemiz, duruşu asil mi asil, kahramanımız cennetin kapısında onun onayını bekler gibi dudaklarına bakıyordu. Kafasını olumlu bir şekilde sallayarak teşekkür etti, cennetin kapıları açılmıştı, artık kederler, acılar, özlemler geride kaldı. Rüzgârda uçuşan saçları, ruhunun acı ve kedere açılan penceresine bir perde olmuştu. Kitabı aldı ve gitmekte olduğu yere gitti arkasına bakmadan. Hesaplamadığı lanet olası bir şey vardı: Ya kitabı okumazsa? Kendini bir kafesin içine koydu; iki kapaklı, içinde sayfalar ve yazılar olan bir kafes. Uzunca bir süre geçti, artık hem üzgün hem öfkeli, öfkesi söz uçar yazı kalır sözünün sahibineydi. Neden kalırdı yazı, herkes gibi o da gidemez miydi, gitmezdi tabii, bizi seven insanların yanında işi yoktu yazının, yazının işi bizi sevmeyen insanlarlaydı. Seyirciler onun bu aşkının da karşılık bulamamasına çok üzüldü, Ay yine mahzun. Bulutlar da geldiler ama yağmur yağmadı işte, kuraklık oldu, açlıktan öldü kelebekler. Başkahramanımız, kafeste tek başına kaldığı günlerde kendine birkaç ders çıkarmıştı bu olaydan. Kitap iyi bir aşk mektubu değil bir hapishanedir, teşekkür eden insanlar kitap okumazlar ve bir insanın başkahramanı olabilecek tek kişi kendisidir. Kahramanımızın yüreğindeki kiraz ağaçlarını kesen, dünyanın herhangi bir yerinde adına “onsra” denilen duygu, bir his, bir acı vardır. Artık asla âşık olamayacağını anladığında hissettiğin şeydir, son aşkın son yankısıdır bu.