“Bu sabah bana araba çarptı.”
“Karanlığın ağaç dallarının arasında dans ettiği bu gecede ne işim var bu yolda? Geriye dönmek için yönümü değiştirmeye utanıyorum şimdi işte. Sanki herkesin gözü üzerimde, sanki aklımı okuyorlar ve biliyorlar aptallığımı. Sanki aklım öyle şeffaf ki, geliyorlar alıyorlar benim doğrularımı ve değiştiriyorlar kendi doğrularıyla. Sarın, sarın paltona, göm başını, asla kaldırma yukarı. Gecenin ilerleyen saatlerinde ayağıma takılan bir taş hatırlatıyor bana, yerden kaldırmadığım kafamın beni düşürecek dikkatsizliğe sahip bir aklı taşıdığını. Şimdi yine, bir cımbızla tek tek çekilir gibi vücudumdaki tüyler. İçim sanki bulanıyor ama çıkamıyor hiçbir şey dışarı, aynı aklımdaki fikirler ve düşünceler gibi. Hiç mi merak edilmez bir insan? Hiç mi varlığı hissettirilmez ona?” Soğuğu hissedebildiği elleri ona yaşadığını hatırlatıyor şimdi de. Baktığı pencereler, onu görmeyen insanlarla dolu, bunu biliyor. O da birçok sebepten dolayı varlığından şüpheli üstelik. Tuvaleti geldiğinde, midesi guruldadığında aklında canlanıyor insanlığı, insansılığı.
“Bu sabah bana araba çarptı.”
Evin yolunu uzatmadan eve varmayı ne zaman isteyeceğini merakla bekliyor o da. Saçını çekiyor, yüzünün önünden küçük bir öksürük çıkıyor ağzından. Saçlı meşeyi son görüşünün üzerinden iki ay geçti neredeyse, ne tuhaftır ki eskisi kadar yüreği özlem duymuyor ona. Yayılsa dalları baş ucundan gökyüzüne güneş ışıkları misali, yapraklarının sesi içindeki fırtınayı dindirir az da olsa. Ama az şu an için, hiç de çok değil onun için. “Az çoktur.”
Hisleri bazen öyle yoğunlaşıyor ki nerede olduğunu önemsemeden düşebiliyor onların peşine. İşte tam da bu yoğunluktan, düşüncelerinin yönelişinin sürekli değişiyor olması yoruyor onu. Fikirlerinin bir türlü sabit olamayışı… Bir gereklilik olduğunu düşünüyor bu sabitliğin, bunun ona dayatılıyor oluşuna “Hayır!” diyor, dayatılmıyor. Zihninin derinlerinde düğüm haline gelmiş düşünce iplerinden biri olan “diğerleri” öyle canını sıkıyor ki onlara yaklaşmayı isterken kendinden uzaklaşma savaşını veriyor. Elini cebinden çıkarıp Ay’a doğru uzatıyor, onu tutacakmış gibi yapıyor ama yürümeye devam ederken Ay’ın elinden kaçıyor gibi duran görüntüsüne bakıp sırıtıyor. “Ara vermeliyim insan suratları ile olan ilişkime. Daha fazla aldatamam onları. Bana sorular sorulmasından, merak etmediğim soruları sormak mecburiyetinde olmaktan bıktım usandım. Artık nerede, nasıl ve kiminle soruları yok! Artık onunla bir yerde olmamın bir anlamı yok çünkü olamıyorum. Benim için hâl böyle olunca “bir yerde olmak” durumunun anlamını yitiriyorum. Üzerine saatlerce düşünüyor pencerenin önündeki masa başında boş kâğıdı izleyip duruyorum. Duran şeyin aklım olmasını isterdim.”
Yeni güne gözlerini açtığında gözleri kuruluktan acıyor. Kırpıyor gözlerini ama nafile, cevap vermiyor gözleri. Etrafa sanki buğulu bir pencerenin ardından bakıyormuş gibi görüyor, biraz da endişeleniyor. En son küçükken havuzda gözlerini açarak yüzdüğü için etrafı beyaz bir tül perdenin arkasından bakarcasına görmüş, öyle korkmuştu ki saatlerce ağlamıştı, o anki kadar çaresiz hissediyor birden. Lavaboda su tutuyor yüzüne. Suratını elinde köpürttüğü sabun ile yıkıyor, su tutuyor. Yetmiyor birkaç kez tekrarlıyor bunu. Aynada bakıyor yüzüne, kaşları ve gözlerinin uyumu ifadesizliğine çanak tutuyor. Dudakları ve burnu ise aralarında anlaşmış gibi fazla düzgün. Burnunu ucundan işaret parmağı ile kaldırıyor, kafasını sağa döndürüyor. Burnunu takip eden üst dudağına gülüyor şimdi de. Ellerini üstündeki tişörte siliyor sağdaki mavi havluya küfrederek. Ellerini lavabonun kenarlarına koyup bakıyor suratına tekrar, gözlerinin buğusu dinmiş görebiliyor ama can yok gözlerinde, bir ışık yok. Var mı diye yakınlaşıyor aynaya. “Yok. Kendisi yok. Kimse yok. Bir o yok. Bir ben yok.” Kafasını eğiyor, ağlamaya başlıyor. Ağladıkça dalgalanan vücudu her iç çekişte canlanıyor, enerji topluyor. Her hıçkırıkta katlanıyor, katlanıyor ve küçülüyor. Yere çöküyor, buz gibi fayansı hissettiğinde tiz bir çığlık atıyor. Ellerini dizlerine sarıp oturuyor bir iki dakika öylece. Gözlerim, diyor, şimdi iyi.
İşe gecikmemek için kahvaltı yapmadan çıktığı o sabah, evde aynanın önünde ağladığını bilmeyen insanların arasında hızlıca yürüyor. İnsanların uyandığında hissettiği hayal kırıklığının sebebini bilmediğini düşünüp rahatlıyor. Herkes bunlara benzer şeyler yaşıyor diyen iç sesinin onu rahatlatma çabasını da teraziye koyuyor. Hangisi daha ağır basıyor anlayamıyor. Rahatlıyor mu onu hiç bilmiyor. Yolun karşısına geçmek isterken birden gözleri yine buğulanıyor ve kendini yerde buluyor.
“Allah biliyor ya, daralıyorum ama bir kulunun umurunda değilim. Neydi beni bağlayan bu denli köklü hayata? Hayallerim mi? Heh! Hangisini gerçekleştirebildim ki ben? Bir baltaya sap olabildim mi? Bakıyorum da mazime, sevildim mi?”
“Bana araba çarptı.”
Gözlerini açtığında etrafında toplanan kalabalığın seslerinden öyle tiksiniyor ki. Yüzüne acıyarak bakan bir teyze “İyi misin? İyi misin?” diye defalarca soruyor. Üstünde gezinen, sözde yardım etmeye çalışan ancak trajediden hoşlanan bu gözlere daha fazla katlanamayıp yerden hınçla kalkıyor. Bir iki saniye dönen başına aldırış etmeyip, eğilip yerden çantasını alıyor. Herkes nereye, nereye gidiyorsun sorularını sorarken, “Ambulans gelir şimdi, hastaneye götürelim seni.” diyen o adam gözlerine takılıyor. Ona çarpan adam bu işte, bıyığı güzelmiş diye düşünüyor. Telaşı sahici adamın omzuna dokunup gülümsüyor. Nereye gideceğini bilmiyor ama işe gitmeyeceğini biliyor. Kalabalık ne olduğunu anlamaya çalışırken o, elini kafasının arkasına götürüyor. Kafası acıyor ama umursamıyor. Beyzbol topu büyüklüğünde bir şişik hediye etmiş bu araba kazası ona; bir de cesaret, yaşama cesareti. Kol saatine bakıyor zor bela adım atarken, saat 09.38. İşe tam 38 dakika gecikmiş. Vay anasını be! O sabah yapılacak olan toplantıya hazırladığı sunum için aldığı ayrıntılı notları çantasından çıkarıp yırtıp atıyor. “Telaşa gerek yok!”