Geçen gün gittiğim bir tiyatro oyununda kimsenin belki üstünde durmayacağı bir kısım vardı, bir karakter boşandığı karısından bahsediyordu: “Gerçekten güzel bir oyundan veya konserden çıktıktan sonra resmen yerin 5 santim üstünde yürürdü. Onu görmeliydiniz, öyle güzel gülerdi ki o anlarda, resmen ışık saçardı.” dedi. Ve ben orada takılı kaldım. Yerden 5 santim yukarıda yürümek… Aşağı ve yukarıyı konuşmak istiyorum bugün sizinle. Biraz kısa bir sohbet, kafamın içine ufak bir pencere açmak gibi.
Üzerine düşündükçe fark ettiğim üzere mutlu birini tanımlarken “havalara uçmak, ayakları yere değmemek, ayakları yerden kesilmek, sevinçten uçmak, zıp zıp zıplamak” gibi deyişler kullanıyoruz. Mutsuzluğundan dengesi bozulan kişiler için ise “tepetaklak olmak, altı üstüne gelmek” gibi ifadelerimiz var. Biraz daha kurcaladığımda da fark ettiğim üzere inanışlardaki cennet cehennem kurgularında cennet genelde yukarıda, cehennem ise ağırlıklı olarak aşağıda. Mitlerde tanrılar göklerde yaşıyor ve gezegenlerimize bile onların isimlerini veriyoruz, Orta Çağ’da -ve günümüzde de- ne kadar güçlüysek o kadar yüksek kuleler inşa ediyor ve mevkimizce yüksek katlarına yerleşiyoruz, “baş şef/yazar/konuşmacı…” olmak için çabalayıp duruyoruz. Bizim ulaşılan hayallerimiz -yukarıda- ve “hayal kırıklıklarımız” -aşağı düşmüşlercesine- var. Gördüğüm kadarıyla genel bir eğilim olarak yücelik yukarıya, “alçak” şeyler aşağıya atfediliyor. Bunu sebebi ister ölülerini gömen toplumlarda yeraltının ölüm-istenmeyenle eşleşmesi olsun ister insanın medeniyet ile yasaklanan ve ayıplanan cinselliğinin bedenin “aşağısıyla” bağdaşması ve kafanın iradeyi temsil etmesi olsun, isterse fiziksel olarak büyük-uzun olmanın bir güç sembolü olarak atanması olsun isterse de yaşadığımız gezegenin bir kuralı olarak aşağı düşmenin olağan ve yukarıya çıkmanın farklı olması ile yüceltilmesi olsun; bu konuda karmaşık bir kodlamaya sahip olduğumuz kuşkusuz. Benim derdim ise bunları irdelemekten başka bu sefer.
Ben bugün yukarıyı değil aşağıyı konuşmak, birlikte düşünelim istiyorum. Tiyatroya geri dönelim, “Eğer mutluluk yerden 5 santim yukarıda yürümek ise yerden 5 santim aşağıda yürümek ne olurdu, ne demek olurdu?” diye o gece uzun uzun düşündüm. Bence ruhsal “çöküntüyü” daha iyi ifade eden bir deyiş olamazdı. Latince depressio “çukur”, Fransızca dépression “çukur, çöküntü”[i] anlamına gelir, tanıdık geldi mi? Ruhsal olarak çökmeyi belki bilerek belki bilmeyerek hep bir insanın ruhen ayakta durmaktan yorulup dizlerini kırarak yere çökmesine benzetmişimdir. Yaşantısına saplanır böyle biri, hareket ettikçe daha çok batacağını hissederek hareketsiz kalınan bir bataklıkta olmak gibi. Yerin üstünde değil içinde, belki de 5 santim altında yürümek gibi. Bu sonuca vardıktan sonra da aklıma son dönemde ne kadar uğraşsam ve farklı yöntemler denesem de aşmakta çok zorlandığım bacağımı sallama hâlim geldi -hâlâ huyum diyerek bunu kabul etmek istemiyorum. İster bir toplantıdayken ister bir şeyler yazarken, isterse biriyle konuşurken isterse de yatakta uzanmış kitap okurken -evet, uzanmışken- bir dürtüdür almış başını gidiyor; anlamlandıramadığım şekilde sürekli ya bacaklarımı ya da ayaklarımı sallıyorum. Aşağı, yukarı, aşağı, yukarı, aşağı, yukarı, aşağı… Sanki ayaklarımı bir yerden söküp çıkarmaya, saplandıkları yeri gevşetmeye çalışıyormuşum gibi. Sanki bir şey beni aşağı çekiyor da ben kurtulmaya çalışıyormuşum gibi -selamlar talasofobi[ii].
Son zamanlarda gerçekten de biraz “aşağıda” olduğum doğru, kafamın içindeki düşüncelerin istilası altındayım; kişisel bir tufan altında kaldım desem abartmış olmam. Bu kaybolma hâlinden şikâyetçiyim demek de inkâr olur, kendimi gözden kaybetmiş olmaktan memnunum. Kendini bırakmadan, yola çıkıp kaybolmadan bulmaya inanmıyorum. Tersine, ruhen gezgin olmaya ve evrenin gerçekten istediğim şeyler için benimle iş birliği yapmasına inanıyorum. Anlamaya, derinleşmeye, demlenmeye -aşağı çökmeye- de inanıyorum. Hem bu gitmek hem de bu kalmak hâlinin ikircikliği beni yıpratıyor da. Çünkü özgürleşip kavramak için gitmeye, her şeyiyle anlamak için de kalmaya gerek var; en azından benim için. Belki bacağımı sallamam da bu yüzden: Aşağı, yukarı, aşağı, yukarı, aşağı, yukarı… Ne gidebilen ne de kalabilen hâlimi dışa vuruyorum gibi.
Uzaklaşmak ve keşfetmek için inanılmaz bir güdü, kalmak ve mücadele etmek için inanılmaz bir istek ve sonuç: Ne kalabilen ne gidebilen, yalnızca yerinde sallanıp duran bir ben. Gerçeği, vahşeti, şefkati, korkuyu, bilgiyi, vicdanı, isteği, adaleti, acımasızlığı, dürüstlüğü, tutkuyu, kaybı ve nicesini birbirine karıştıran bağlantıların arasında salınıyorum. Tüm bu salınımları bir yere bağlayabilmiş de değilim henüz, hâlâ daha ayaklarım bastığım zemine saplanıyor yürürken. Ama cesaret edip aşağı baktığımda gördüğüm çamur değil, devasa ve renk renk bir yağlı boya denizi. O kadar çoklar ki kelimelerimin ve gerçeklerin ellerime bile bulaştığını, renklerini tinerle bile çıkaramadığımı hissediyorum. Sanırım yavaşlayıp anlamam, yukarıdaki fırçalarıma uzanmadan aşağıdaki renklerimi görmem gereken zamanlardan geçiyorum. Ben bu aralar yerin 5 santim altında yürüyorum.