Günaydın, evime hoş geldiniz. Kusura bakmayın beklettim. Fırından geliyorum ve siz sormadan söyleyeyim, elimdeki poşette de zeytinli poğaça var. Yalnızca bir tane çünkü sadece kendim için aldım. Evdekiler poğaça yemekten pek hoşlanmıyor. Aslında epeyce zaman olmuştu kendim için bu kadar küçük de olsa bir şey yapmayalı. Genelde insanları nasıl mutlu ederim diye düşünerek hareket ederim. Hayır, ben bir melek veya peygamber değilim. Başkaları mutlu olsun diye yapmıyorum bunların hiçbirini. Sadece kendi tercihlerim yok. Nasıl silginiz kaybolduğu zaman sıra arkadaşınızdan isteyip kullanırsanız benim tercihlerim de böyle ödünç usulü cereyan ediyor. Örneğin yemek mi yenecek, verdiğim tepki hemencecik şu olur: “Olur, ben de ondan alayım.” Arkadaşlarımızla buluştuk ve ne yapacağımızı mı konuşuyoruz, hemen yapıştırırım alışageldik cevabımı: “Fark etmez ya uyarım ben.” Herhalde uyumlu olduğum için, içine girdiğim çevrelerce çok sevilirim. İnsanlar başı sıkıştıkça bana gelirler ve yardım isterler. E, benim de ondan âlâ yapacak işim mi var? Bırakırım her şeyi, soluğu dostumun yanında alırım. Sonra sorun çözülür, biz uzunca bir süre görüşmeyiz ve sonra tekrar aranırım. Ama bu sırada başka insanların problemleri çıkacağı için hiç boş kalmam, dolayısıyla neden beni aramadı diye gönül koymam. Yaşasın, sorunu olduğu zaman beni tekrar aradı diye içten içe çocuk gibi sevinir, dostlarımın gözünde seviliyor olmanın heyecanını yaşarım.
Gerçi canımı sıkmayan şeyler de yok değil. Her şeye uyum sağlayışım dostlarım tarafından da fark edilmiş olacak, kendi aralarında konuşup bana en son söylüyorlar ve kalıp genelde şu oluyor: “Şuraya gideceğiz, sen de gel.” Nasıl yani, benim müsait olmama şansım yok mu? Canım istemiyor olamaz mı? Benim başım ağrımaz mı arkadaşlar? Tabii bunların hiçbirinden dostlarımın haberi olmaz. İnsan hiç dostuna şikâyetlenip onu üzer miymiş? Zaten anladılar bence benim her buluşmaya gelmek istemediğimi çünkü son birkaç buluşmada beni çağırmadılar, keyifsiz olduğumu ve yalnız kalmak istediğimi anlayıp aramamışlar bile. Instagram’dan gördüm gittikleri yeri, oysa ben söylemiştim böyle bir yer varmış gidelim mi diye, neden bensiz gittiler ki? Oraya gitmek isterdim, neyse yanlış düşünmüşler demek.
Aslında biraz da çevremdeki insanlara bağımlı gibi hissediyorum. Dedim ya birçok konu hakkında “silgim” yok diye. Silgisini kullanacağım insanlar etrafımda olmayınca çok panikliyorum. Tükenmez kalemle üniversite sınavına giriyor gibi. Bir karar vereceğim zaman yanımdaki insana dönüp sence de doğru yaptım mı diye sormazsam aklım hep diğer seçenekte kalıyor.
Aslında sorunumun ne olduğunu ayırt edebildiğimi düşünüyorum. Hem sebeplerini bile buldum. Ne onlar biliyor musunuz, gerçekten merak ediyor musunuz? Peki peki anlatıyorum öyleyse. Hata yapmaktan korkmak. Kulağa biraz komik gelebilir kabul ediyorum ama hayır gerçekten hata yapmaktan korkuyorum. Yani beynimde yarattığım bir felaket senaryosu var ve sanki en ufak bir hatamda oraya doğru savrulacakmışım gibi geliyor. Neden savrulasın be şaşkın çocuk? Manavdan aldığın portakal çürükse veya kalitesiz bir takım elbiseye bir yığın para döktüysen ucunda ölüm yok ya, bir dahakine daha güzelini alırsın.
Bu hatalı bakışın hem varlığını anlarken hem de arkamda bırakma kararı verirken iki insandan çok yararlandım. Haklarını teslim etmeliyim, bütün övgüyü üstüme alamam öyle değil mi? Biri 6 yaşındaki yeğenim diğeri de kim olduğunu söylememe gerek olmayan nihilist birisi. Kardeşim İlayda, yeğenimin üzerine çok titrer. Başına gelebilecek şeylerden onu korumak ister. Sürekli, aman sıkı giyin üşütme, bilmediğin insanlarla konuşma, apartmanın dışına çıkma tarzında cümleleri duyarsınız ağzından. Banyoyu da annesi yaptırır Mehmet’e, güzelce temizlendiğinden ve üşümediğinden emin olmak için. Daha doğrusu yaptırırdı. Her hafta çarşamba ve pazar günü yıkanırmış Mehmet. Benim de onları ziyarete gittiğim gün tesadüfen çarşambayı buldu. İlayda Mehmet’i yıkamak için benden izin isteyince Mehmet bir anda yerinden fırlayıp banyoya gitti ve kapıyı kilitledi. İlayda’nın uzun uğraşları ve kapıyı açtırma denemeleri hiç sonuç vermedi ve bir yarım saat kadar sonra yeğenim banyodan çıktı. Gözlerinin kıpkırmızı olmasından ve sırtında hâlâ köpük kalmasından yıkanmayı beceremediği anlaşılıyordu, görünüşe göre liflenirken de üşümüştü. O gün akşama kadar annesi söylendi ama Mehmet hiç geri adım atmadı, sabırla dinledi ve sonra odasına gitti. Aradan birkaç ay geçti, Mehmet yine banyo yapacak oldu, bu sefer İlayda yerinden kıpırdamadı bile. E, kalkmayacak mısın, çocuk hastalanacak, dedim. Yok abla, kendisi yıkanabiliyor artık, dedi.
Bunu duyunca bir mutluluk hissettim içimde. Böyle bazı şeyler göz önündedir de fark edilmez, aranır aranır sonra bulununca bir zevk verir ya, aynı öyle bir fark ediş anı yaşadım. Doğru ya insan önce üşüyecek üstünde köpük kalacak sonra tek başına yıkanmayı öğrenecekti. Doğru kararlar verebilmek için yanılmayı da öğrenmek lazımdı. Başkalarına silgi sormadan önce kalem kutuma bakmalıydım, siliyor mu diye içindekileri denemeliydim.
Diğer yazar dediğim insan da hayatın kendisine içkin hiçbir anlamı olmadığından, anlamın bizim nesnelerin üzerine attığımız bir örtü olduğundan bahsediyordu. Yani televizyonların üstüne dantel örtüp altındaki görüntünün gözükmemesinden şikâyet eden insanlar gibi hem beklentilerimizi kendimiz inşa ediyoruz hem de bu beklentiler hakikatle çatışınca sinirleniyoruz. Evet vallahi, dedim, ne doğru söyledin. Satırın altını çizip yanına yıldız koydum. Kalem benim kalemimdi.
Bu görüşün ikinci adımı şunu vaaz ediyordu, hiçbir dantel diğerinden üstün değildir. Kimi dantel çok büyük işlemeli, ayrıntılı ve ipekten olabilir kimi de basit pamuktan ve dümdüz. Hepsi onu kullanan insanı mutlu ettiği derecede önemlidir ve aslında mutlak doğru ve yanlış da yoktur. Tamam da bu bizi nereye götürür diye soruyorsanız cevap basit: Yanlış karar verseniz de bunun bir önemi yok çünkü yanlışa yanlış diyen kıstası da siz yarattınız ve mutlak değil. Dolayısıyla hiçbir önemi yok. Yani silginiz yoksa ve tükenmez kalem çıktıysa çantanızdan, yanlış cevabın üstünü karalayarak da yolunuza devam edebilirsiniz.
Bu ikisini fark ettikten sonra yaptığım ilk şey tek başıma bir kafeye gitmek oldu. Elime menüyü aldım, çaylar kısmına ilerledim. 17 çeşit çay vardı ve hepsi farklı ücretteydi. Nasıl en kârlı seçeneği seçerim diye düşünürken karnımda bir baskı hissettim. İçimden kaçma ve orayı terk etme isteği geldi ama kendime engel oldum, oturdum. Aklıma yeğenim geldi, o üşümeyi göze almıştı ben de bu karın ağrısını göze alacaktım. Daha önce hiç içmediğim bir çayı sipariş ettim. Allah’tan çok sevdim ama sevmeseydim de sorun değildi.
Aradan biraz zaman geçince arabayla Sivas’a gittim. Evet, haftanın tek tatil gününde arabayla ta Sivas’a gittim. Mantıksız bulmuş olabilirsiniz, bulun dert değil. Hayatımda o güne dek görmediğim ve bir daha da görmeyeceğim bir köy kahvesinde insanlarla sohbet etmek ve hikâye dinlemek bana Ayasofya veya Bodrum’un verdiği zevki veriyor. Ben de böyleyim yavrum, ne yaparsınız. Hem ne dedik mutlak doğru yok, öyle değil mi?
Özetle böyle işte, anlatacak bir şeyim yok artık. Neden mi? Çünkü kafiyeli olmayan sözlerin, bilimden veya felsefeden bahsetmeyen cümlelerin de ne kadar dikkate değer olduğunu gördüm. Hayır, sizin olmasın bu devran. Ben de tercihlerimle, diğerlerinden ayrıldığım nispette temsil şansı elde edeceğim. Vermezseniz alacağım. Ben artık herkesle eşitim. Kimse için fedakârlık yapmama gerek yok çünkü silgimi çantamdan buldum.