Ruh üşümesini bedenen üşüyerek bastırmaya çalıştığım bir günde bile.
İnat.
Kozmosun, pardon kaosun inadı.
Ve diğer tanrı da öldü. Bağırmayacağım bu sefer. Halbuki bağırarak tanışmıştım onunla, Goethe sağ olsun. Miya’nın Faust ile fotoğrafı var.
Hayatın anlamı, hayatın anlamını bizim belirliyor oluşumuzdur. Haricî olana ihtiyaç duyulmadığında oradan oraya savrulmak yerine biraz da doğum sancısı. Mana zaten içseldir. Ama refleksif bakış hiçbir zaman kolaycı bir yol olmamıştır. Ve Doğu’ya uğrayış, hayatın diyalektiği. Nasıl ki insan, anlama muhtaçsa anlam da anlamsızlığa muhtaçtır. Yaşamın akışkanlığı içinde anlamsızlık bazen kaçınılmazdır. (Bu paragrafı boktan bir ruh hâlinde yazdım.)
Buyurgan.
Günün sonunda vardığım nokta değişmiyor, Dream On. (Ronny James Dio versiyonunu tercih ediyorum, Steven Tyler’a saygıdan fazlasını beslemekle birlikte.)
Mutluluğu maksimize etmeye hayır. Yaşamın dinamikliği pozitif enerjiler -ki bundan fizik bilimin haberi var mı?- arasında geçiş yapmaktan ibaret olamaz. Apollon’u eleştirip daha bayağı bir şekliyle yeniden inşa etmeye hayır. Distopik. Kısıtlı ve zamanda sonsuz. Olumlu duygularla yetinilemez. Tüm duyguların kendine has, ayrı bir tadı vardır. Klasik müzik, bu tatlardan keyif almayı çok güzel öğretir, efkârdan bile. Hafif bir yabancılaşmaya evet. Sonluluğa, ölüme de evet.
Postmoderniteyle barıştığım yazı mı? Ateşkes diyelim, belki ona daha iyi saldırmak için. Belki Dionysos’a daha iyi sarılmak için.
6. Sokak’ta biri Adagio çalıyor!
“Öyle bir havada gel ki
Vazgeçmek mümkün olmasın.”
Orhan Veli
Tabii ki Apollon ve Dionysos’tan bahsetmeden duramam ama söz, bu sefer Platon’a, stoacılığa, Kant’a, nihilizme sövüp saymayacağım. Nasıl ki Apollon babasının oğludur, aklı, düzeni, ölçüyü, planlamayı, uygarlığı, ilerlemeyi, birey olmayı temsil eder; Dionysos da anasının oğludur, taşkın duyguları, arzuları, bedeni, bilinç dışını, kaosu, doğayı, doğayla bütün oluşumuzu simgeler. Başlangıçta logos değil Dionysos vardı. Medeniyet, antik Yunan’da zirveye ulaştığında ise Dionysos ile denge içerisindeydi. Ancak Apollon, doğası gereği Dionysos’u bastırmaya meyillidir. Balta girmemiş doğa gördüğünde budamadan duramaz (Versailles Sarayı’nın sıkıcı bahçesi bu budanmışlığa güzel bir örnek, sarayın içi muazzam yalnız) veya cinselliğini tehlikeli bulduğu kadınları cadı diye yakar. Nietzsche’ye göre Dionysos’un bastırılışı Sokrates’ten beri. Dekadans. Sonuç? Etki-tepki. Bastırılmış olanın, asıl doğamızın geri dönüşü. Dionysos da döndü şeytanlaştırdıklarınız da, 19. yüzyıl sonlarına doğru. Yine de Apollon ve Dionysos arasında bir uzlaşma göremiyorum. Her yer zombi. Tüketim kültürünü eleştirip tüketmeye devam ediyorlar. Eros’un ızdırabı da devam ediyor.
“Popüler olan şeyleri sevmiyorum.” sözünün kendisinin popüler olması ve bunu diyen insanların aslında popüler bir eğilimi takip etmesi gibi.
Sanatı da demokratikleştireceklermişmiş. Türkiye mi lan bu? Arter’e birtakım selamlar.
Biraz daha yatma kararı aldım.
Sallamayın, bir tabloya bakarken insanın tüyleri diken diken olmaz çünkü resim Apollonik bir sanattır. Sinema da Apolloniktir ama müzik gibi Dionysosçu öğeler kullandığı için bu etkiyi yaratabilir. Ve kim ne derse desin, gişe filmlerinin dominasyonu gittikçe genişlemesine rağmen bugün sanatı sinema taşıyor, en azından “büyük yapıt” anlamında. Portre. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi. Tüyler diken diken. Sinebu. Transandantal.
Brecht’in aşırı kullanımı. İzleyiciyi o kadar çok yabancılaştırmaya çalıştılar ki oyunun içine giremedik. İçine giremediğimiz bir şeye yabancılaşamayız.
Yalnızlık.
Akdeniz çileği.
Eksik olan bir şey var.
Güneş gözlüğünün tek olayı çirkinliği kapatmak değildir. İşaret parmağıyla göğü işaret eden Sokrates’e inat kamaşır gözler. Aydınlanma’yı, Apollonculuğu veya moderniteyi eleştirmem onlara tamamen karşı olduğum anlamına gelmiyor. Ben Abdurrahman Dilipak değilim sonuçta. Ancak kendini kandırmaya, ikiyüzlülüğe tahammülüm yok. Güneşe de. Mitosu ortadan kaldırdığını iddia eden Aydınlanma’nın da bir mit olması. İstediğim, Dionysos ile birlikte yeniden inşa. Duygu ve akıl zıt kutuplar değildir, birbirine engel hiç değildir. O yüzden güneş gözlüğü. Tolerans.
Yalnızlık.
Ah sevgili Marie Antoinette, bir daha söyle: “Elveda, ne kadar gaddarca bir sözcüktür bu!” Evet, bazı kelimeler gaddarcadır, Kraliçe’nin dediği gibi. Kraliçe demişken bir Miya molası. Yastık niyetine. Sanki eskisi kadar mırlamıyor artık bana.
*
“Yaşanmamışlıklar”ın gaddarlığı.
*
Bugün günlerden salı. Topunuzu.
Daha önce doğum günümün unutulmasını dilememiştim. Dileyeceğimi de düşünmezdim.
Oysa ne kadar hazırdım sevmeye. Kimse için şiir yazmaya değmez, bir süre daha.
Bağırsaklarımı sergiliyorum.
Eros’un ızdırabı.
Çekmeceye sıçıp gitmişçesine.
İntihar.
Yazılmamış günlük: Chopin’in 24 prelüdü, Op:28, No:2: Çalsın ölüm çanları. Karanlığı duyuyorum, aradaki aydınlık notalar hayatın diyalektiğini unutturmaksızın. Çağımızın nihilizmini duyumsadığım anlarda anlamlanması ironisine ne demeli. Boş ver. Bazen müzik yarıda kalır.
Tıraş olmaya gidiyorum, belki bir işe yarar.