Dergimizde bana ayrılan köşenin okuyucuları uzun süredir düşünce yazısı yazmadığımı fark etmiş olacaklardır. Bu aralık içerisinde çokça şey yaşadım ve çokça düşünme fırsatı buldum diyebilirim. Üzerine güneşin doğduğu hiçbir şeyin yeni olmadığı fikrini de aklımda tutarak bu süreçte keşfettiğim kavramlardan birini sizlerle paylaşmak istiyorum.
İlk olarak başlığı açıklayarak işe girişelim. Ekmek kelimesi hepimizin bildiği üzere mutfağımızda diğer bütün gıdalardan daha önemli bir yer tutar. Her gün her öğün tüketiriz ama asla olsun yeter doyduk demeyiz. O kadar hayatımızın içindedir ki beslenmeyi veya geçinmeyi ifade eden deyimlerde bile kendine yer bulur: “Ekmek Kavgası”
Anneler çocuklarının doymayacağından endişe ederek ekmekle yemelerini tembihlerler, Ramazanda başka hiçbir dükkânın önünde görülmeyen kuyruk fırınların önünde oluşur. Gece acıktığımız zaman aklımıza gelen ilk şey sandviç yapıp yemektir. Sahi nereden gelir bu millî düşkünlüğümüzün temeli?
İşin edebî ve retorik yanını bir yana bırakacak olursak kıymetli yoldaşımız ekmek, bilimsel olarak da bağımlılık yapıcı bir yana sahip. Bildiğiniz üzere vücudumuzda ve bilhassa bağırsaklarımızda yalnız değiliz, milyonlarca bakteri de bu hayatı yaşarken bize companion¹ (refakatçi) çıkıyor. Her bir bakteri türünün aynı biz insanlar gibi hoşuna giden ve gitmeyen yiyecekler var. Bağırsaklarımızı yuva belleyen bir kısım bakteri ise beslenmek için ekmeği tercih ediyor. Hayır hayır, daha açık konuşalım, ekmeğe bayılıyorlar. Lisede biyoloji dersi alanlar hatırlayacaklardır, bir ortamda hangi tür için gıda fazla, avcı baskısı az ise o tür alabildiğine çoğalır, çünkü ortam müsaittir. Yani biz ekmek yedikçe bağırsaklarımızda oluşmuş mahşerî kalabalık içinde ekmek sevenlerin oranı her geçen gün artıyor.
Peki, ekmek yemediğimizde ne oluyor? Öyle ya madem biz ekmek yiyerek bakterilerin sayılarını artırdık, öyleyse yemeyerek de azaltabiliriz, güç hâlâ bizde değil mi? Iıım sanırım bu sorunun cevabı hem evet hem hayır. Evet çünkü sağduyumuza ve yukarıda bahsettiğim biyolojik kurala istinaden besin bulamayan bakteriler ölecekler, böylelikle topluluktaki sayıları ister istemez azalacak. Tabii ekmek yememeyi başarabilirseniz. Çünkü sevgili bağırsaklarımızda yerleşen bu bakteriler beynimize gönderdikleri minik mesajlarla bizde açlık hissi uyandırıyorlar. Aynı zamanda karnımız aç olduğunda da aklımıza ilk onun adı geliyor:
Ekmek, ekmek, ekmek.
Bu yüzden ekmek yemeyince doyamıyoruz çünkü bağırsaklarımıza yerleşmiş bakterilere “diyetimizi” ödememiş oluyoruz. Dolayısıyla evet, bu bakterilerin sayılarını alışıldık seviyelere indirmek mümkün, tabii boğazımıza sahip çıkabilirsek.
İkinci olarak size bir göstergeden bahsetmek istiyorum. İsmi, “Glisemik indeks”.
Bu gösterge karbonhidrat içeren besinlerin ne kadar hızlı kana karıştıklarını gösteriyor. Saf şekerin puanı 100. Ekmeklerin yapılma şekillerine ve ölçüm tekniklerine bağlı olarak puanları değişiklik arz etse de bütün sınıflandırmaların söylediği tek bir şey var:
“Ekmeğin glisemik indeksi yüksek.”
Bunun anlamı da şu, ekmek tüketildiği an içinde bulunan şeker hızlıca kana karışıyor. Bu da kanımızdaki glikoz seviyesinin bir anda yükselmesi demek. Bir kriz anı olduğunun farkına varan beyin insülin salgılanmasını sağlayarak kandaki şeker miktarını azaltmaya çalışıyor. İşte tam bu noktada duş alan bir insanın suyun sıcaklığından yandığında canhıraş bir şekilde aksamı soğuk tarafa çevirmesi gibi çoğunlukla ayarsız oluyor ve bu sefer de kandaki şeker seviyesi çok düşüyor. Aynı mekanizma vücuda açlık hissettirerek beslenmesi gerektiğini söylüyor. Beslenen kişi tekrar ekmek temelli şeyler tüketiyor ve iç dengesini (homeostasis) bu ralli benzeri dalgalanmaya teslim ediyor. Özetle sadece karınlarını doyurduklarını düşünen insanlar kendi elleriyle kendi sağlıklarını bozuyorlar.
Buraya kadar okuyup bütün bunlar sadece ekmeği açıklıyor, bunun ahlakla ne ilgisi var diye soruyor olabilirsiniz. Sabırsızlığınızı yüzünüze vurmakla birlikte hakkınızı da teslim etmeliyim, epeyce gevezelik ettik. Okuduğum lisede otomatlar vardı. İçinde de yukarıda bahsettiğim ekmekle benzer maddelerden yapılan bisküvi kraker gibi şeyler vardı. Bir gün bir arkadaşımın başka insanlara ikram etmediğini fark ettim ve şaşırdım. Genelgeçer davranış olarak insanlar aldıkları bisküvileri konuştukları diğer herkese uzatırlardı. Sonra şunu fark ettim ki herkes bu ekmek temelli beslenmeden dolayı sürekli açtı. Hiç kimse hiçbir zaman kendisine tutulan bir bisküviyi reddetmiyordu. E, onca insana birer tane verilse bile geriye ne kalır bir paketten? Arkadaşım paylaşımcılığın kendine zarar verdiğini fark etmiş olacak, kendi başına yemeye karar vermişti. Aslında kimsenin bir suçu yoktu, herkes kendi elleriyle yarattıkları kısır döngülerin gerektirdiğini yapıyordu.
Bu biyolojik olay örgüsünün insanlarla ilişkimize dair önemli bir içgörü taşıdığına inanıyorum. İnsanlarla iletişim kurarken de buna benzer bir durum içindeyiz aslında. Yani doymak için ihtiyacımız olmadığı hâlde sürekli ekmekle beslenmemiz gibi yalnız kalmamak için de aslında hayatımızda olmaması gereken insanları hayatımızda tutuyoruz.
Yaptıklarını kendimize rağmen, kalplerinin kırılmaması adına alttan alıyor hatta belki içimizden gelmediği gibi davranıyoruz. Bunun sebebi ne? Mantıklı insanlar olduğumuzu düşünmüyor muyuz, neden kendimize zarar verdiğini bildiğimiz hâlde ekmek insanları yemeye devam ediyoruz?
Şimdiye kadar benim gözleyerek bulabildiğim iki farklı mekanizma var. Bunlardan ilki gösterilen ilginin ve şefkatin iyi hissettireceği fikriyle insanın başkalarından gördüğü ilgiyi maksimuma taşıma isteği. Bu kişiler başkalarına gösterdikleri ilginin karşılığında kendilerine ilgi göstermelerini dileyerek ilgi gösteriyorlar. Biraz garip bir fikir öne sürdüğümün farkındayım ama söylediklerimin farkında ve arkasındayım. İnsanın kendine de ilgi göstermesi ve kendini dinlemesi gerektiğinin farkında olmayan insanlar aslında basitçe kendilerinden olabildiğince vererek başkalarının ilgisini ve sevgisini kazanırlar. Bir çeşit alışveriş yani. Bilinçli olmadığını düşündüğüm bu davranış kalıbı kendi içerisinde toksik bir yan barındırıyor elbette. Amaç ilgiyi en üst noktaya taşımak olunca herhangi bir insanda doyuma ulaşanlar ilgilerini daha çok ilgi görebilecekleri bir başkasına yöneltiyorlar. Sürekli bir insan sirkülasyonu ve anlamsız derecede kalabalık bir çevre. Ne sağlam bağlar kuruluyor ne de insan onca kişiye yetebiliyor. Tahmin edebileceğiniz gibi insan tatmin olmaktan epeyce uzak bir durumda kalıyor. Sürekli önlerine ekmek konan insanların iflah olmaz açlıkları olarak adlandırabiliriz. Tabii ekmeği talep edenler de kendileri.
Diğer grup insanların da yalnız kalmaktan korktuklarını düşünüyorum. Yine bir analojiyle açıklayacak olursak açlıktan korktuğu için evinin her yerine ekmek, şeker ve un yığan bir insan canlandırın gözünüzde. Evet, ani bir kuraklık veya pandemi başlarsa diğer herkesten daha şanslı olursunuz ama bunun karşılığında neden vazgeçtiğinizi bir düşünün lütfen. Evinizde kendinize yaşayacak alan bırakmadınız veya belki dostlarınızla oturacak rahat bir alan ve hatta mutfak bile çuvallarla dolu. Ne geçti elinize? Yalnız kalmak da açlık gibi kötü evet ama zihin evinizi çul çaputla doldurmanın da yanlış olduğunu fark etmek gerekiyor. Evet, ekmek sağlığa zararlı ama gelişigüzel bir şekilde hayata doldurulmuş insanlar daha da zararlı.
¹ Companion kelimesi Latince com + panis = ekmeği bölüşenler anlamına geliyor.