En Son Ne Zaman Aynaya Baktı İnsan?
Mart 3, 2022
Fransız Yeni Dalga Sineması
Mart 3, 2022

Boşluk

İçinden sağ çıkamayacağımız deneyimler vardır. Çoğunlukla kimsenin duymadığı bir veda. Ölmek ya da yaşamaktan başka, var olan ve belki de daha çok var olmayan her şey ile edilen bir kavga. Belki insanlarla belki ayrılıkla ama her daim kendimizle, kafamızın içindekilerle ettiğimiz kavgalar. Nedeni çoğunlukla basit ve sonucu ölümcül, kazananı olmayan ve kaybedeni hep biz olan kavgalar.

Kişisel deneyimime göre; bu tarz kavgalarımızın bitiminden sonra, bireyi çoğu zaman bir kişiliksizleşme ve bensizleşme izler. Kişiliksizleşme izler, çünkü kişide değerleri ve kişinin kendisine dair olan neredeyse tüm ön yargıları çoğunlukla anlamını yitirir. Bensizleşme izler; çünkü kişi doğuştan kendisine hem ileri derecede sağır hem de ileri derecede hipermetrop iken mevzubahis deneyim ile o bulanık imgelere bile tahammülü kalmaz, kendini çıkarıp atar insan üstünden. Artık ne kişiliğinin ne de “ben” varlığının sınırları kalır. Sonuç olarak; kendimize dair imgelediğimiz her şey yaşananların içine akmış, çamur rengi bir bulamaçtan fazlası olmayan ve eğreti duran bir yabancılaşma alegorisine dönüşmüştür. Yaşanan, geriye hiçbir şey bırakmama hıncı ile sahibini bile yutar. Kendimizin kırılmaz, geçilmez sanılan duvarları çöker ama etrafı toz duman da kaplamaz. Sessizlik kaplar. Yapış yapış, nem dolu bir bataklığa batış… Cevapları geçtim, soruları bile yutan bir sessizlik. Sorular da yoksa kurtarılacak ne vardır? Geride ne kalır?

Kişinin kendine yabancılaşması kendi başına bir paradokstur; çünkü bir nesneye yabancılaşmak için önce yabancılaştığı şey ile kişi arasında bir ayrım yapabilmek ve “öteki”ne olan aşinalığı yitirmek gerekir. Bu açıdan, kişi kendine aşinalığını yitirebilir mi, bu nasıl mümkün olabilir? Belki de sağ salim kurtulamadığı o yaşanmışlıkta bırakmıştır kendisini, ya da yaşanamamışlıkta. Peki öyleyse, yanına alıp uzaklaştığı kişi kimdir? Yadsıdığı kendisinden başka, onu bir ötekine dönüştüren şu andaki varlığı nedir ve nereden gelmiştir?

Kendimizi inşa ederken herkesin, dengeli bir kimlik adına, bir din gibi kendine dair geliştirdiği inançları olduğunu düşünüyorum. Putlaştırdığı tanrısal yanları ve şeytanlaştırıp yok saydıkları, yapılması makbul olan ve hoşgörülmeyenleri, takdir edilesi özellikleri ve kınanacak kusurları, toplumun onu yargıladığına inandığı ve aslında kişinin en çok da kendine yönelttiği değer yargıları… İnsan çoğu zaman kendinin din kuralları ile kendi dışındakileri yargılar, şahitlik eder ve hükmünü verir; çoğunlukla Kupa Kraliçesi umarsızlığında “Kafasını uçurun!” diye bağırır. Bu düşlem; neden hepimizin sonu olmayan bir benmerkezcilikten muzdarip olduğumuzu da açıklar gibidir. Kendine yabancılaşan birinin merkezini kaydırdığına, kendi dininden kendini aforoz ettiğine, tanrılarını yıkıp şeytanları ile uzlaşmaya başladığına inanıyorum. Hatta bu; kişi için fantazmagorik* bir eylem, yabancılaşmasından duyduğu keyifli bir aktiviteye bile dönüşebilir. Ya da böyle hayal etmek benim kişisel dinime göre kulağa daha güzel geliyor. Her ne olursa olsun; stabil bir benlik adına kurulacak yeni kişisel din, yani yeni değerler, öncesinde bir boşluğu tanımı gereği gereksinir. Ben de tam olarak, eğer varsa, bu boşluğu konu etmek istiyorum.

Yaşam dediğimiz bu süresi uzun can çekişmede; bazı yaşan(ama)mışlıkların ölümün küçük zaferlerini temsil etmesi gibi, bu zaferlerden sonra gelen boşluklar da delilik korkusundan hâllice bir ürperti yaratır. Çünkü kimi deneyimler, bir kez derinleştikten sonra, kişiyi yalnızlaştırmanın ötesinde yalnızlaşacak birini bile bırakmaz. Ne sahip olunan ne de kaybedilenin olduğu bu varoluşta, tecrübeden sonra düşülen bu boşluğun kendisinde bir süre salınmak elzemdir. Ürperti ne kadar dondurucu, belirsizlik ne kadar katlanılmaz, yükselen sesler ne kadar korkutucu ve kırılmanın beklentisi ne denli dehşetli olursa olsun; beklemek gerekir. Çünkü bir konuda karar vermek ve hatta vermemek de kişisel açıdan politik bir duruştur ve siz de hafızasını kaybetmiş bir lider gibisinizdir. Konu ettiğimiz gibi eğer yaşanan; kişiliksizleştirici ve bensizleştirici denli yoğun bir deneyim ise, büyük olasılıkla size kararlarınızı ona göre alacağınız orijininizi kaybettirmiş demektir. Bütün yönler eş değer olunca nasıl allak bullak olmaz ki insan? Yani, ne “iyi” ne “kötü” bilmediğiniz o akıl dışı yerdesinizdir artık; herhangi bir şeyi ayrı bir yere koymanın anlamsızlaştığı o yer. Bu açıdan deneyim karşısında alınacak olası bir pozisyon, orijini kim bilir nereye taşınmış bireyin değerleri ile çok büyük ihtimalle uyuşmayacak ve “hayatımın pişmanlıkları” dediğimiz kategoriye bir puan daha yazılmış olacaktır. Biliyorum ki bu kaybolan referans noktası ile kalmak oldukça zor, özellikle de kelimenin tam anlamıyla hayatın her yerine uzanan dolaysız belirsizliğiyle. Ama ben kendi adıma, iç uyumumu zedeleyen bir belirliliktense, kendimle çelişmediğim bir belirsizliği yeğlerim.

Bu yoğun yaşanmışlık sebebiyle anlamlandırılamayan dürtüselliklerin, kişinin kim olduğunu bilmeksizin savrulmasında hoş bir yan da var: Eğer burada kalmayı bilinçli olarak deneyimleyebilirseniz, yüzünüze vuran rüzgârı hissedebilirseniz, bir süreliğine de olsa insanlıktan istifa etmişsiniz gibi davranabilirsiniz. Çünkü ne yaptığınızın ve yapmadığınızın bir önemi kalmamıştır o anda. Çünkü önem, atfedilmek için belirli yargı ve değerlere ihtiyaç duyar. Eğer düzenli bir hayat benim idealim değilse sabahlamamın hiçbir önemi yoktur, çünkü iyi ve kötü etiketlerini dayandıracağım temelden yoksunumdur. Bir nevi birey olarak tamamen şekilsizleşmişim ama hâlâ özdek olarak var olmaya devam edebiliyormuşum gibi, havaya karışmışım ama dünyada yer kaplayabiliyormuşum gibi. Yaşananların sarsıntısıyla yıkılmış benliğimin altında kalan tüm standartların ötesinde, özgürlüğe en yakın şey ardışık kişisel dinler arasındaki bu yasa dışı bölge olsa gerek.

Ancak şu da bir gerçek ki insanlar kendilerinin dışındaki nedenlerden değil, bu gibi bir içsel dengesizlik sebebiyle intihar ederler. Bu durum bile, söz konusu boşlukta kalmanın ne denli zor bir çaba olacağını duyumsatmaya yetmeli. Boşluktaki kişi; her an delirmekle her an intihar etmek arasında, bir yere değmeksizin salınmaya çalışan bir akrobat gibidir. Bir yere değersen tarafın seçilir ve oyun biter. Bu sebeple de belirsizlik çoğu kültürde istenmez, en kötü karar bile daha tercih edilesidir. İnsana orijini, dininin kuralları, referans noktaları gerekir. Gerekir çünkü kendi ve öteki ayrımını ancak bunlarla yapabilir, kişiselliğinin sınırını bunlarla çizebilir. Ancak eğer boşlukta farkında olarak salınabilirsek, işte en büyük tutkular ve en büyük dönüşümler o farkındalıklı geliş gidişlerdedir; gerilim son noktada ve lirizme en yakın olunan yerdeyizdir artık. Putlarımızı kırmış, amok koşucusu misali kendi medeniyetimizi yakıp yıkıyoruzdur. Bu geçici cinnet hali, mutlak çelişkiler ve çatışıklıklarla doludur; bir an mavi beyaz ve mor kırmızı olur ve sonra tam tersi. Ve net bir şekilde söylenebilir ki çelişkilerin böyle böyle kemirdiği hayatlar farkındadır: Çığlık atmakla susmak aynıdır, çünkü sessizlik duygusunu yitirmişizdir. Ve işte tenle zihnin, bilinçle kanın bu karışımı, kişinin gelecek baskıya hazırlanan kişisel dininin temellerini içerir.

Boşluğundaki hareketinin farkında olan kişi, bir sonraki kendine dair gizemi kavrar ve belki de kendi yıkılışındaki aktif katılımı gibi yeniden inşasında da yer alabilir. Ve tam da bu şekilde, içinden sağ çıkılamayan deneyim kabullenilebilir. Evet, sağ çıkılamamıştır, kendimizi kurban etmiş ve yabancılaştığımız o kişiyi geride bırakmışızdır. Aynı hepimizin kendi içimizde hem yaşamımızı hem de ölümümüzü taşımamız gibi, kendini kaybeden birinin yasıdır söz konusu. Yasımızı da yanımıza alıp gittiğimiz o uzak diyarlarda yeni dinimizin hipostazlarını kurgularız, bir süreliğine hiçliğin kahramanı olmayı kabul etmişizdir. Ve sonra gelecek yeni yaşanmışlığa, bir çağı açıp kapayacak o tarihî olaya kadar medeniyetimizi dinimizin kuralları doğrultusunda küllerinden inşa etmeye başlarız. Bu açıdan herkes; bir hayatı değil hayatları olan, sürekli yanıp yanıp küllerinden doğan bir Anka’dan farksızdır. Yeniden yanacağını bilen asil bir kabulleniştir erdem, yanacağını bile bile yeniden doğmak istemek. Bilmek, belki de bu açıdan en büyük lanettir.

Ben de bazen artık hiçbir şey bilmemek istiyorum, bilmediğimi bile bilmemek. Sonsuz bir unutuşu izleyen sonsuz bir sessizlik. Bunca öfke, bunca kavga, bunca kırıklık, bunca delilik ve cinayetler, birbirimizi kerelerce öldürdüğümüz… Ama önünü alamadığım bir merak var içimde, hiçbir şeye hizmet etmeksizin kendi için kendinden var olan, bir sonraki yanışa kadar neler olacağına dair belki de yasak bir merak. Aynı Sisifos’un benim için bir umutsuzluk imgesi olmasındansa bir erdem temsili olması gibi. Bilmek lanet ise merak etmemek ölüme çok yakın bir şey olsa gerek. Kediyi öldüren merakı mıdır bilmiyorum ama bir gün merak etmeyi bırakırsam kişisel dinime göre kendi küllerimi savuracağıma şüphem yok. Belki kayayı hiçbir zaman tepeye çıkaramayacağım ama merak etmeye devam etmeyi, kayayı tepeye çıkarmaya çalışmaya devam etmeyi erdemli bir yaşam için yegâne yol olarak görüyorum. Çünkü hepimizin paylaştığı bir çıkmaz sokak bu: Yaşıyoruz.


*Fantazmagorik: Walter Benjamin tarafından modern insanın içinde bulunduğu ortamı tanımlamak için kullanılmıştır. Bu görüşe göre insan, bir “fantazmagori” içindedir. Eğlence endüstrisinin etkisiyle, tüketerek “şahane hayat” yaşadığını sanır. Kendine ve başkalarına yabancılaşmanın tadını çıkarır. (Benjamin, Walter. Das Passagenwerk [Pasajlar]. Çeviren: Ahmet Cemal. İstanbul: YKY.)



Paylaşmak Güzeldir:

İlayda Küçükafacan
İlayda Küçükafacan
Çocukluğunu doğusundan batısına 7 farklı şehirde geçiren İlayda, kendini bir öğrenme tutkunu ve bibliyofil olarak tanımlar. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği “öğren”cisi, iflah olmaz bir meraklı ve maceraperesttir. Politika, ekonomi, psikoloji ve bilimum başka disiplini karıştırıp "toplum mühendisliği" yapma yolunda emin adımlarla ilerlerken sistem dinamiği ve modelleme alanında derinleşmektedir. Bu sebeple kendisini sürekli bir şeyler anlatırken ya da bir şeylerle uğraşırken bulabilirsiniz. Yazıları çok bilmiş gelebilir ama aslında sadece “kendi dünyası”nı tasvir etmektedir. "Yazar burada ne demek istemiş?" derseniz bir kahveye kapısı her zaman açıktır.